“Bak Esma, yine yememişler yumurtalarını çocuklar!”
Kahvaltı masasını toplarken kayınvalidemin her sabahki homurdanmasını “Kahveleri mutfakta içelim mi anne?” diyerek savuşturuyorum. Hayat bu manevralarda ustalaştırdı beni ne de olsa.
“Lokum da koy yanına kızım, canım çekti.”
Kahvelerimiz gibi ilaçlarımızı da karşılıklı içiyoruz. İlacın kekremsi tadıyla peşi sıra gelen kahve epeydir keyif vermez oldu. Aylardır her sabah beni yoklayan o can sıkıntısı bugün de -eksik olmasın- benimle. Küçük gelen bir elbiseyi giymek zorundaymışım gibi beni daraltan bu ağırlıkla yaşamaya alıştım galiba. Düşünceli halimi nazara bağlayan Gülcan annemin aklına yine o muhteşem fikir geliyor. “Ramazan’a aldırmıştım geçen gün Esma, üzerlik otu yakalım ocakta. Şu dolabı açsana.” Şimdi gülsem alınır, tutuyorum kendimi. Kavanozdan birkaç tutam alıp ocakta yakıyorum. Mutfak, yanmış kibrit kokusuna benzer bir kokuyla doluyor, duman duman oluyor ortalık.
“Üzerlik üzerlik/ gelsin sağlık, gitsin hastalık/ Fatma’nın Ayşe’nin/ kötü gözle bakışanın/ gözleri çıksın inşallah!”
“Şifa olsun kızım, Allah kem gözlerden korusun.”
“Yakınca nazar geçer mi anne?” diyorum, o henüz duasını bitirmemiş meğer, hâlâ bir şeyler mırıldanıyor: “Evimizin şifasını, bereketini eksik etme Ya Rabbi!”
“Geçer tabi. Kuran’da bile var Esma.”
Annemin koluna giriyorum, salona geçiyoruz. Yastığını düzeltip battaniyeyle bacaklarını örtüyorum. Onun sevdiği yemek programını açıyorum. Eline de kumandayı veriyorum. Kumanda hep onda olsun ister Gülcan annem. Yanına suyunu da koyuyorum. Salonun köşesindeki çiçekler dikkatimi çekiyor. Devetabanları coştukça coşmuş, saksılardan taşmış, belli ki yerini sevmiş. Annemin de gözünden kaçmamış, “Saksılarını değiştirelim Esma,” diyor. “Balıkların yemini de unutma!” Ne zaman unuttum ki? Kaç gündür kıpırdamadan akvaryumun dibinde çakılı olan turuncu balık, artık ölü bir balık. Her canlı yerini sevemiyor işte.
Balığı çıkarıp bir poşete koyuyorum. “Anne, bugün sipariş ettiğim kitaplar gelecekti, dışarıdaki işim bitince saksıyı da akvaryum temizliğini de hallederim.” diyorum. Pek hoşnut olmuyor bu durumdan, yüzünden belli. “Baş ağrıların o kitaplardan sebep kızım, hem Ramazan’ın haberi var mı?” Çocuklarıma baktı, gurbet ellerde bana analık etti bu kadın. Uzatmak istemiyorum. “Doktorum, kitap sana iyi geliyorsa okumayı bırakma, dedi anne. Hem Ramazan da ses etmiyor artık. Doktor bunları derken yanımdaydı.” Çocuklar büyüyünce bir boşluk olmuş, onu doldurmalısın da dedi ama bunu söylemiyorum ona. “Hem migren ataklarım epey azaldı son günlerde. Çok geç kalmam.” deyip kendimi dışarı atıyorum.
Güneşli bir kasım ayı. Yollarda yığın yığın insanlar, arabalar, bisikletler. Bisikletlilere çoktan alıştım da takım elbiseyle bisiklet kullananları hâlâ yadırgıyorum nedense. Başlarına da kask takınca daha tuhaf buluyorum. Cemil Abi’nin dükkânına doğru adımlıyorum yolu. Soğuk ısırıyor, ellerimi cebime sokuyorum. Yeşil yanıyor, caddeyi geçiyorum. Sönmez Baklava, Berber Rauf, Foto Selçuk, Karadeniz Hamsi, Döner Cenneti… Almanca tabeladan daha çok Türkçe tabelalar. “Abla,” demişti Elif geçen yaz geldiğinde. “Buraya gelince neden hiç Almanca öğrenmediğini anlıyorum. Ziraat Bankası bile var burada.” Evet, Kreuzberg’te doktorum bile Türk. “Yine de öğrensen fena olmazdı abla. Bir kursa gitseydin mesela.” Öğrenmedim. Gerek duymadım, heves de etmedim. Ama çocuklar şakır şakır konuştukça, Almanca kitaplar okudukça imrenmiyor değilim, yalan yok.
Kreuzberg de eskisi gibi değil. Eskiden tek tük Kolombiyalı, Nijeryalı olurdu. Gerisi hep biz Türkler. Şimdiyse her yerde Araplar. Neyin nesidir, hırlı mıdır hırsız mı? Sonra gülüyorum kendi kendime. Misafir misafiri istemezmiş, ev sahibi ikisini de.
Köşedeki kahveden gelen nargile kokusu genzimi yakıyor. Burası Almanya’nın diğer şehirlerinden farklı. Pencereden halı silken kadınları, trafik keşmekeşini, korna seslerini, çöp kutusunun yanına atılmış izmaritleri, bira kutularını düşününce burası gerçekten Küçük İstanbul.
Yeşiller Partisi’nin önünde başkanla selamlaşıyoruz. Elime bir broşür tutuşturuyor. “Desteğinizi bekliyoruz.” diyor. Ben apolitik olalı yirmi sene oldu başkan demiyorum. “Tabi ki.” deyip uzaklaşıyorum.
Kitapçı Cemil Abi’nin dükkânındayım. Birisiyle konuşuyor. Rafları dolaşıyorum. Türkçe kitaplara göz gezdiriyorum, Almanca olanları es geçiyorum. Evet, fena olmazdı, Almanca bilsem hiç fena olmazdı. Cemil Abi kitapları hazırlamış bile. Çay ikram ediyor. Kitap kokusu ve demli çay eşliğinde sıcak bir sohbete koyuluyoruz. Vedalaşırken dükkânın önünde sesler yükseliyor. Bereli, kapüşonlu gençlerden oluşan bir kalabalık tasmalarından tuttukları köpeklerle gövde gösterisi yapıyor. Adımları sert, sesleri gür. Öfkeleri yüzlerinden okunuyor. Cemil Abi’ye dönüp “Bizim oğlan da dadanmıştı bu çeteye bir zaman. Ramazan kızdı. ‘Sen dazlaklarla mücadele ettin de sanki,’ diye azarladı oğlanı.” diyorum. Eskisi gibi değil şimdi, daha sakin Kreuzberg. “Delikan başka Esma, gençler kabına sığmıyor.” diyor Cemil Abi, siyah kalın çerçeveli gözlüklerinin üstünden bakarak. Birden yerinden kalkıp çekmeceden bir kitap çıkarıyor. “Bunu Türkiye’den bir arkadaş göndermiş, ben okudum, sen de oku. Hatta sende kalsın.”
Kendimi bildim bileli, kitapların bana sunduğu dünya kendiminkinden daha büyülü oldu. Çocukken kitaplarla kafamda uydurduğum bir hayatı yaşayıp kendimi mutlu etmeyi öğrendim. Bu oyunu ara ara oynamak bana iyi geliyor. Bugün bu oyun tekrar başladı. Yüzüme yayılan bir gülümsemeyle ayrılıyorum kitapçıdan.
Günüm buraya gelince nasıl da güzelleşti! Güneş yerinde, içim kıpır kıpır. Bu sefer köprü tarafından döneyim diyorum. İnsanlar soğuğa rağmen nehir kenarında kümelenmişler. Bir sokak müzisyeninin kemanı; ağaçların sarı, turuncu, yeşil yansımasıyla nehir… Bu manzaranın tadını çıkarma vakti. Büfeden bir kahve alıp banka oturuyorum. Gülcan anne beklesin biraz. Kafa doktorundan icazetim var nasıl olsa. Cemil Abi’nin cildi yıpranmış kitabını çıkarıyorum: Türklerin Gölgesinde Almanya. Merakla sayfaları çevirirken içinden çıkan siyah beyaz fotoğraf tüm neşemi kaçırıyor: Çirkin Kral. Kapıyorum hemen kitabı. Ben o defteri yıllar önce kapatmıştım zaten. Nereden çıktı şimdi bu adam karşıma? Çarpıntı tutuyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Şakağıma bir ağrı saplanıyor. Kahvedendir, tabii ki kahveden. Ayağa kalkıyorum, kahveyi hızlıca çöpe atıyorum. Yanlışlıkla kırmızı kapaklı kutuya atmışım. Oradan alıp sarı kapaklıya koyuyorum. Üstüm başım kahve oluyor, ıslak mendille siliyorum, pek çıkmıyor. Ağrı alnıma, kaşlarıma yayılıyor. “Sizden düştü galiba.” deyip fotoğrafı elime tutuşturuyor bir kadın. Banka geri oturuyorum. Kemikli bir yüz, sert bir ifadeyle, çatık karakaşlarının altından bana bakıyor.
Üniversite kantininde Ali, “Çirkin Kral’ın Yol filmine gidelim mi?” dediğinde duymuştum adını ilk kez Yılmaz Güney’in. “Senin memleketinde çekilmiş bazı sahneler.” Doğrusu Bingöl öyle burnumda tütmüyordu. Hatta okuduğum lisede hizmetli olarak çalışan babam “Git oku da kurtul buralardan.” demişti. Öğretmenlerim de “Kızın önünü kesme, hâkim olsun, avukat olsun” demişlerdi. Memleket özleminden değilse de etkilenmiştim, ağlamıştım filmi izlerken. Zine’nin ahırda zincirlendiği sahne çok dokunmuştu bana. “Korku büyüdükçe hayat küçülür Esma.” dedi Ali. Omzuma elini koydu, mendil uzattı bana. İnsan omzuna ilk kez elini koyanı, ilk mendil uzatanı, ilk elini tutanı, ilk öpücüğünü unutmuyor. Sonunun nereye varacağını düşünmeden, sadece o muazzam anların tadını çıkarmak istiyor. Oyun gibi, büyü gibi, uyanacağımızı bildiğimiz, fakat bunu düşünmekten kaçındığımız tatlı bir rüya gibi anları uzatabildiği kadar uzatmak istiyor. Gençken bir cesaret geliyor insana. Deli cesareti. Hata yaptıran bir cesaret. Aşk, zaten başlı başına bir cesaret. İstanbul’da öğrenci olmak cesaret. Hukuk okumak da öyle. Protestolara, kortejlere katılmak da. E bu kadar cesaret pahalıya mâl oldu bize. Hukuksuzluğa karşı koyalım derken hukuka aykırı hareket etmekten üniversiteden atıldık. Daha cesur olanlar -Ali gibi- özgürlüğünden de oldu. Nihayetinde İstanbul bize büyük geldi. Hayattan da sınıfta kaldık.
Ağrı dayanılmaz, kafamı kesip atasım var. Çirkin Kral bana sitemkâr bakıyor, hesap sorar gibi, kaç kez haber gönderdim arkadaşlarla, bir kez bile gelmedin sevgilini görmeye der gibi. Gelmedim evet. Topladım pılımı pırtımı, uçup giden hayallerimi valize tıktığım gibi döndüm Bingöl’e. Babam, geleceğimi bitiren tüm kitapları bir bir yaktı sobada. “Bunlar yüzünden yaktın kızım kendini.” dedi. “Yakınca acılar geçecek mi baba?” dedim. “Geçecek Esma. Bu nankörlük bitecek.” Sesi, yüzü bugün gibi aklımda. “Yüzümü eğdin, kendine yazık ettin. Almancı Musa’nın oğlu haber göndermiş görücü gelmek için. Hali vakti yerinde. Onunla evlen de hiç olmazsa bu treni kaçırma.” Kaçırmadım bu sefer treni. Çocukken Almanya’dan getirdikleri çikolataların, jelibonların peşinden gittim. Ablamlar gibi burada çürüyüp gitmedim. Yediğim önümde, yemediğim arkamda bir hayat sürüyorum Kreuzberg’te.
Başım çatlıyor. Eve gitmeliyim, ilaç almalıyım, biraz da uyuyabilsem geçer. Geçer mi, geçer geçer. Köprüyü arkamda bırakıp bizim sokağa giriyorum. Ağrıdan gözümden yaşlar geliyor. Beynimin bir fişi olsa da çeksem kurtulsam. Bereli, dövmeli gençler Killa Hakan’ın biletlerini satıyor sokakta. Müzik, ağrımı daha da tetikliyor: “Geri dönmek yok yatıya kalın/ Geçmişe takılı kalıyo’ kafası kalın.” Siyah beyaz grafitili varil içinde yaktıkları ateşe Çirkin Kral’ın fotoğrafını atıyorum. Tutuşuyor, bir anda küle dönüşüyor. Yakınca geçerdi değil mi?
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Geri Dönmek Yok Yatıya Kalın - 12 Ocak 2024