Yazar: 11:55 İnceleme

Dünya ile Derdi Olanlar: Oruç Aruoba’nın Penceresinden

Felsefe ve edebiyat iki eski dost mudur, yoksa kini bitmemiş hasımlar mıdır? Tam bu noktada önce felsefecilerin değerlendirmesine bakmalıyız. Aslında bu mesele Homeros ve Hesiodos’a kadar dayanmaktadır. Onların anlatımında dünya ve Tanrı kavramları, edebi bir anlatıyla masalsı olarak işlenmiştir. Özellikle Tanrı bir karaktere büründürülmüş ve dünya üzerine verilen cevaplar hep öykülere bağlanmıştır. Mitostan logosa geçerken, filozoflar buna itiraz edip bu kavramları anlatıcıların (mitos öykücülerinin) basitleştirdiğini iddia etmiş ve ciddi bir şekilde eleştirmişlerdir. Haliyle filozoflar belirli bir ölçüde edebiyata sert göndermelerde bulunmuşlardır. Peki, hep böyle mi devam etti? Elbette, bunu kırıp bu iki disiplini içinde harmanlayan büyük isimler ortaya çıkmıştır. Nihayetinde ise felsefi bir temeli olan edebiyat, oldukça makbul bir hale geldi.

Rıza Tevfik Bölükbaşı’ndan Asaf Halet Çelebi’ye, İhsan Oktay Anar’dan Oruç Aruoba’ya görüyoruz ki; felsefenin sistematik düşünme prensibini edinmek ve bunu edebiyatın içinde var etmek, bambaşka bir lezzet katar. Edebiyat nasıl ki yüzyıllardır gelişerek değişmiş ve daima modern olanı yakalamışsa, felsefe de kendini çağın koşullarında var etmiştir. Bu iki alanı karşılaştırırken, en elzem isim olan Oruç Aruoba üzerinde ısrarla durmak gerekir.

Oruç Aruoba’nın şiirlerinde, kelimeler sanki eski bir köy evinin penceresinden içeri süzülen incecik bir ışık gibi sessizce yerleşir zihnimize. O pencereden dışarıya bakarken, zamanın ve mekânın nasıl eridiğini, varoluşun aslında bir düşten ibaret olduğunu hissederiz. İşte tam bu noktada, Aruoba’nın felsefesi devreye girer; varoluşun an’larında saklı anlamları keşfetmeye davet eder bizi… Şiirlerinde, zamanın akışı ve anın önemi üzerine düşüncelere dalarken, bir yandan da hayatın geçiciliğini kabulleniriz. Aruoba, “Ol/An” şiirinde şöyle der:

“bir an var ki, her şey onda –olur, ve bir an var ki, her şey onda –biter.”1

Bu dizelerde, her şeyin bir an içinde olup bittiği gerçeğiyle yüzleşiriz. O an’ın içinde kaybolur, varoluşun derinliklerinde bir yolculuğa çıkarız. Aruoba’nın felsefesi, bizi bu anları yakalamaya ve yaşamaya teşvik ederken bir yandan da hayatın geçici doğasını kabullenmeye zorlar.

Felsefe ve edebiyat ortak iki noktadan hareket eder hep: rahatsız olmak ve itiraz etmek. Ne zaman ki bu his ortaya çıkarsa, ortaya düşünce ve sanat çıkar. Latife Tekin, Sevgili Arsız Ölüm eserini yazdığında henüz yirmi iki yaşındadır. Kendisi bir röportajında, bu eseri yazarken içindeki huzursuzlukla boğuştuğunu ve psikoz belirtileriyle savaşırken eseri ortaya çıkardığını belirtmektedir. İşte bir sanatçıyı harekete geçiren şey böyle huzursuzluk anlarıdır.

Oruç Aruoba’nın şiirleri ve felsefesi, okuyucuyu düşüncenin ve duygunun derinliklerine çekerken bir yandan da hayatın basit ama derin anlamlarını keşfetmeye davet eder. Onun dizelerinde, varoluşun, zamanın ve anın derinliklerinde bir yolculuğa çıkarız. Bu yolculukta, her anın, her sözcüğün ve her sessizliğin içindeki anlamı keşfederiz. Bu dünyaya dair düşüncelerimiz ne zaman bizi yakasından yakalar ve kan ter içinde bırakırsa, yazma eylemi zuhur eder. Edebiyatçılar ve felsefeciler, bu dünyaya uyum sağlamakta zorlanan kişilerdir diyebiliriz belki de. Oruç Aruoba da bu dünyayla derdi olan bir filozof -her ne kadar kendini böyle görmese de- ve şairdir. Yazdığı binlerce cümleyi özümseyen ve zihinleri titreten şu cümlesi üzerine ciltler süren kitaplar yazılır: “Dünya ne ise oydu; ben de ne isem o oldum. Uyuşamadık. Hepsi bu.”2

Filozof, şair, akademisyen, çevirmen Oruç Aruoba… Bu sıfatların hepsini layığıyla taşıyan büyük sanatçı. İntiharı düşündüğü gece kızı Filiz’e yazdığı mektuptan bir alıntı ile anıyoruz kendisini. Doğum günün kutlu olsun.

“— işte, etrafımdakiler de bu kişiyi, bu “ben”i
görsünler, kişiliğimi anlasınlar istedim. Sahici olmak; sahiden anlaşılmak, tanınmaktı, istediğim.

ama beni tanımalarını en çok istediğim kişiler,
beni en çok yanlış anlayan kişiler oldular.
— bak, sakın sen de yanlış anlama: sızlanıyor
değilim, hiçbir şeyden yakınmıyorum. Davacı değilim dünyadan. Bunları yalnız senin için; şimdi,
sana, yazıyorum — başka kimseye söyleyecek sözüm yok.

işte, hep buydu olan: annen beni gerçekten
sevdi, biliyorum; ama neydi bu ‘sevgi’ — onun
yalnızca daha önceden edinmiş olduğu bakış biçimlerine verdiği addı. Beni, hep, ya yanlış anladı, ya da hiç anlamadı. beni hiçbir zaman sahiden ben olarak göremedi ki — o zaman kimdi
annen’in ‘sevdiği’?… bende ben olmayan birini
— hatta bir şeyleri— ‘sevdi’; sonra, beklediklerini bulamadıkça, duygulan — o sevgi’si— nefrete
dönüşmeğe başladığı zaman da, ne yazık ki, gene,
ben değildim nefret ettiği kişi… beni tanıyarak,
bilerek, görerek; sahiden ben olan benden nefret
etseydi, inan, sevinirdim buna.
öyle olmadı.

toplum da öyle: benden hep önceden konmuş
kalıpların içine girmemi istediler. benden, ben
olarak, belirli bir görevi üstlenmemi isteselerdi,
sorun olmazdı — benim istediğim de zaten buydu. ama, benim o görevin kendisi durumuna girmemi istediler. benim bambaşka bir kişi olmamı
bile değil; sanki kişiliksiz bir şey olmamı — sanki
cansız, düşüncesiz birş ey, bir alet, bir makina…
dünya benden ben olmamı istemedi.
beni ben olarak tanımadı.
ben de sırtımı döndüm işte, bu dünyaya —“
3

Kaynakça:

1Oruç Aruoba, Ol/An, Metis Yayınları, 2005.

2Oruç Aruoba, Zilif, Yayıncılık, 2001.

3Oruç Aruoba, Zilif, Yayıncılık, 2001.

Editör: Çisem Arslan

Visited 32 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version