Camın vurulmasıyla irkildi Emre. Soluna döndü. Kucağı nergis demetleriyle dolu adam bir şeyler söylüyordu. Anlamadı. Camı araladı. 

“Abi, nergis ister misin?”

 “Nergis mi?”

“Nergis ya, kendi bahçemizden.”

Öylece baktı adama. 

“Yok, kardeşim. Verecek kimsem de yok zaten.”

Camı kapatmaya yeltendi. Adam gülümseyerek bir adım daha attı.

“Sen de kendine alırsın be abi.” dedi.

Duraksadı. Adamı süzdü. Abi diyordu ama belli ki yaşça kendinden büyüktü. Briyantinli saçları, yeni tıraş olmuş yüzü, boyunlu siyah kazağı, pantolonu ile takım gri ceketi, yeni cilalanmış ayakkabıları dikkatini çekti. Öyle trafik lambası altında pusu kurmuş kırmızı ışık işportacılarına benzemiyordu sanki. Camı biraz daha indirdi.

“Nergis bu mevsimin çiçeği midir ki?” diye sordu. Adam başını daha da yaklaştırdı cama.

“Tabii. Benim kızın adı da Nergis. Hanım hamile kaldığı sene, İhsan hissediyorum bu kız olacak, dediydi. Ben de koşup birkaç karışık fide aldıydım. Doğum yapınca hanıma verecek çiçeğim olsun diye. İşte o sene bir tek nergis fideleri tuttu. Hem de öyle bir tuttu ki sorma abi. Derken bir gün hanım bastı yaygarayı, İhsan kız geliyor, diye. Apar topar ebeyi getirdi komşu kadınlar. Beni de oda dışarı ettiler. Bebenin çığlığı evi basmadan ben dört yanı nergis ile donattım. Sahiden de kız oldu ha. Uğurdur dedik, kulağına da, Nergis, diye fısıldadık. O gün bugündür her mevsim bahçe dolar taşar. Kızın her doğum gününde de önce evi nergis ile doldurur kalanını da böyle uğur olsun diye satarım işte.”

Hikâye hoşuna gitmişti Emre’nin. Camı iyice açtı. “E kız kaç yaşına geldi İhsan abi?” dedi. İhsan, abiyi duyunca bir kolunu cama yasladı. “Beş oldu bu sene Allah’ın izniyle.” dedi. Göz ucuyla adamın kucağındaki demetleri saydı Emre. Beş taneydi. Demek her sene yaşı kadar satıyordu. “Allah bağışlasın.” dedi. İhsan aminlenirken torpidoya uzandı. Cüzdanı çıkardı.

“Eh, de bakalım bunların hepsini kaça bırakırsın bana?”

“Valla demetini beş liradan satıyorum ama hadi sana hepsi yirmi lira olsun abim.”

“Olmaz. Kızın doğum günü madem ben demetini on liradan almış olayım.” dedi elindeki elliliği uzatırken. 

“Aman abim n’aptın, olmaz!”

“Olur olur, hadi.”

İhsan bir Emre’ye baktı, bir elinin ucundaki elliliğe bir de canı gitti gidecek nergislerine.

“Eh hadi tamam olsun madem, ama kızın hatırına ha!”

“Ha şöyle.”

“Helal et kardeşim.”

“Helal olsun İhsan abi.”

İhsan camdan uzanıp demetleri Emre’nin kucağına bıraktı. Elliliği de kaptı. “Haydi, Allah razı olsun.” deyip caddeye atladı. Bir kucak dolusu nergisle ardından bakakaldı Emre. Gülümsüyordu. Bir sigara yaktığını gördü İhsan’ın. Sanki adamın adımları neşelenmişti. O da bir sigara yakmak istedi, arandı ama bulamadı. Gözden kaybolana kadar İhsan’ı izledi. Nergislerin kokusu arabanın içini doldurmuştu bile. Sonra sola çevirdi tekrar başını. Saatlerdir bakıştığı tabela ile yeniden göz göze geldi: Dünya Bir Gökkuşağı Apartmanı. 

Bu kadar beklediği yeterdi. İhsan abinin hikâyesi, bir de üzerine bıraktığı nergis kokusu onu iyice cesaretlendirmişti. Çok düşünmeden indi arabadan. Elinde kalan cüzdanı arka cebine, nergisleri de bir kolunun altına sıkıştırdı. Derin bir nefes aldı. Adımlarını Dünya Bir Gökkuşağı Apartmanı’na yöneltti. 

Önce zil panosuna baktı ama isimlikler ya boştu ya da silik. Rastgele birine basacak gibi oldu vazgeçti. Dış kapıyı yokladı. Açıktı. İçeri girdi. Yanan otomatla posta kutularının aynalı yüzeyinde gördü kendini. Kutulardan birine yaklaştı. Saçını parmaklarıyla geriye doğru taradı. Gömleğinin yakalarını düzeltti. Fena görünmüyordu. Omuzlarını dikleştirdi. Devam etti merdivenlere doğru. Adımını ilk basamağa attıktan sonra biraz daha hafiflemişti sanki. Şimdi iş Elmas’ın hangi dairede oturduğunu bulmaya gelmişti.

Daha evvel bir kez kapıya kadar bırakmıştı ama kaçıncı katta, hangi dairede oturur bilmiyordu. Ne sorabilmişti ne de, gel istersen buraya kadar zahmet ettin bir şeyler ikram edeyim, dediği zaman, tamam, diyebilmişti. Sakince çıkmaya başladı basamakları. Her katta iki daire vardı. Her dairenin kapısına belli mesafede yaklaşıp kapıdaki ismi okumaya çalışıyordu. İlk kat biterken Elmas’ın ofise yeni geldiği günler belirdi zihninde. Günlerce uzaktan izleyip nihayetinde bir gün yemek molasında selamlaşabilmişlerdi. Elmas, otuz iki diş birden gülüyordu konuşurken. Saçlarını ya sıkıca topluyor ya da örüyordu. Bir tek şirketin onuncu yıl yemeğinde açık bırakmıştı kızıla çalan sarı saçlarını. Su yeşili elbisenin açık bıraktığı omuzlarına dökülüyordu dalga dalga. Birkaç kez dansa kaldırmak istemişse de cesaret edememişti. Ancak çıkışta eve bırakma fırsatını kaçırmamıştı. Sana ters olmasın, dediyse de, o tarafta arkadaşım var ona uğrayacağım zaten, diyerek kapıyı açmıştı Elmas’a. Yol boyu Elmas konuşmuştu, o dinlemişti. Bazen anlattıklarından uzaklaşıp kendi evlerinin yoluna gittiklerini bile hayal etmişti.

İkinci kat da bitti. Az mı geçmişti sabahları bu apartmanın önünden. Belki Elmas’ı yakalar da yol üstünden alırım diye. Kaç sabah defalarca turlasa da çıkış saatini denk getirememişti ama. Elmas ya ondan önce gelmiş oluyordu ofise ya da öncesinde bir görüşmeye uğrayıp öğleden sonra geliyordu. Neyse ki iki ayın sonunda bir kahve içme bahanesiyle yolundan döndürebilmişti Elmas’ı. Çantasını toparlarken, arkadaşlarla sözleştik anca bir kahvelik vaktim var, demişti de aslında iki kahvelik oturmuştu o akşamüstü. Yine uzun uzun anlatmıştı; neden bu şirkete geçtiğini, kariyer planlarını, iyi ki kahveye çağırdığını yoksa buluşma vakti gelene kadar boş boş dükkânlara girip çıkacağını. Sen pek konuşmayı sevmiyorsun sanırım, dediğinde Emre’nin irkilmesini görmezden bile gelmişti. Farkında mıydı hayranlığının?

Emre, üçüncü kata ulaşmıştı ki beş numaralı dairenin kapısındaki isim daha bir belirginleşti gözünde: Elmas Kara. Kapıya iyice yaklaştı. Bir kez de kendi tekrarladı kapı üstündeki adı, Elmas Kara. Zile uzandı. Tam basacak oldu otomat söndü. Öylece kaldı. Nefesini tuttu. Kalbi kulaklarında atıyordu. Apartmandan çıt çıkmıyordu. Biri, hele ki Elmas çıkar da onu bu halde görür diye telaşlandı. Elini zilden çekti. Otomat yeniden aydınlattı koridoru. Koltuğunun altındaki nergisleri kontrol etti. Boğazını temizledi. Bir derin nefes daha aldı ve yeniden uzandı zile. Olanca gücüyle bastırdı.

Cıvıldayan kuş seslerini dinledi. Elmas’ın ofiste alttan alta açtığı klasik müzik parçalarını anımsadı. Galiba onun zilinden en azından bir Beethoven beklerdi. Yine de hoşuna gitti cıvıltılar. Bitene kadar bekledi. Kapının diğer tarafında beliren bir ses yoktu. Yaklaşıp kulağını kapıya dayamak geçti içinden ancak çekindi. Belki de uygun bir vaziyette değildi Elmas. Ya da duştaydı, duymuyordu. Sonuçta bir haftadır ofise uğradığı yoktu. Hasta da olabilirdi. Birkaç kişiye sormak istemişti ama iş arkadaşlarının imalı yanıtlarından çekinmişti. Ara ara şehir dışına görüşmelere giderdi. Öyle bir iş seyahatinin dönüşü olabilirdi. Büyük ihtimal koltukta kestiriyordu. Otomat yeniden söndü. Bir adım geriledi. Işık yandı. Diğer dairenin kapısını kontrol etti. Katta kimse yok gibiydi. Buraya kadar gelmişken geriye dönmek olmazdı. Tekrar bastı zile. Kuşlar kaldıkları yerden cıvıldamaya devam ettiler. Elmas’ın uyuyakaldığı koltukta doğrulduğunu hayal etti. Dağılan saçlarını topladığını, terliklerini aradığını. Kuruyan boğazını temizlemeye çalışırken kapıya yaklaştığını. Telaşlı adım seslerini duyar gibi oldu. Heyecanlandı. Adımlar giderek kapıya yaklaşıyordu. Üstünü başını düzeltti. Nergisleri eline aldı. İçten bir tebessüm yerleştirmeye çalıştı yüzüne. Sonunda kapının kolunun döndüğünü gördü. 

“Buyurun?”

Kapının diğer tarafında ev hali ile görmeyi beklediği Elmas yerine kan ter içinde kalmış bir adam vardı.

“Kime bakmıştınız?”

Nergisleri arkasına saklamaya çalıştı Emre. 

“Elmas’a. Elmas yok mu?” diye kekeledi. 

Adam elinin tersiyle alnındaki teri sildi. Emre’yi baştan aşağıya süzdü. 

“Yok beyim. Emlakçı siz misin? Anahtarı size telim edecekmişiz.”

“Ha yok, ben Elmas’ın iş yerinden arkadaşıyım. Elmas nerede?”

Adamın canı sıkılmış gibiydi. Kapıya dayandı.

“Öyle denese. Elmas hanım taşındı. Biz de eşyalarını topluyoruz, emlakçı gelecek demişti de onu bekliyoruz. Hava kararmadan çıkmamız lazım. İstanbul’a kadar yol çekeceğiz daha.”

Emre donakaldı. Ne diyeceğini, ne düşüneceğini, ne yapacağını bilemedi. Elmas İstanbul’a mı taşınmıştı? Peki, neden? Belki de o uzun konuşmalarından birinde bahsetmişti ama kendi hayal dünyasından sıyrılıp anlattıklarını duyamamıştı bile. Adam yaslandığı kapıdan çekildi.

“Başka bir şey var mıydı kardeşim? İşimiz çok da.”

Emre adamı duymuyordu. Nasıl haberi olmazdı? Ofistekiler de sohbetini yapmamıştı hiç. Ya da yapmışlardı da ona mı ulaşmamıştı haber? Hayır, insan bir vedalaşmaya gelmez miydi ofise? Adam, Emre’nin cevapsızlığı karşısında sabırsızca tekrarladı sorusunu.

“Başka bir şey yoksa, diyorum. İşimiz çok da.”

Emre, ellerinin soğuduğunu hissetti. Soğukluk yavaş yavaş bedenine yayılıyordu sanki. Yarı dolu gözlerle baktı ama. Sorularının yanıtını ondan bekler gibi bir hali vardı. Adamın öfkelenmeye başlayan bakışlarının karşısında daha fazla dikilmek istemedi.

“Yok, abi. Kolay gelsin.” dedi.

Adam cıkcıklanarak kapattı kapıyı. Emre bir müddet yüzüne kapanan kapıya baktı. Gözlerinin hizasındaki isimliği okudu tekrar: Elmas Kara. İsimlikteki her harf önce kalınlaşıp büyüdü sonra nokta nokta döküldü sanki: E L M A S K A R A. Otomat söndü.

Üçüncü kattan iniyordu Emre. Gövdesini garip bir titreme sarmıştı. Ellerini cebine sokmak istedi. Nergisleri hatırladı. Beş demet nergisi ne yapacaktı şimdi? İkinci kata ulaştığında az evvel önünden uçarak geçtiği kapılar birer kara delik gibi görünüyordu gözüne. Bir demet nergis bıraktı dört numaralı dairenin paspasına. Sonra bir demet de üç numaranınkine. Ardından iki numaraya, bir numaraya ve kapıcı dairesine. Derken elindeki demetler bitmiş, posta kutularının önüne gelmişti. Kutulardan birine yaklaştı. Aynalı yüzeyinden kendine baktı, tekrar. Sanki indiği her katta biraz daha yaşlanmıştı. Adımlarını dış kapıya yöneltti.

Apartmandan çıktığında hava daha da soğumuş gibiydi. Cadde kalabalıklaşmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Yavaş adımlarla arabasına ulaştı. Kapıya uzanacaktı ki köşedeki tekel bayi çarptı gözüne. Anahtarını cebine attı. Sağını solunu kontrol etmeden caddeye atladı. Karşıya ulaştığında ardında birkaç korna sesi ve küfür bırakmıştı. İstifini bozmadan devam etti. Solundan akan trafik yavaşlamıştı. Sabırsız egzozlar yeşil ışığın yanmasını bekliyordu. O ara tanıdık bir cümle durdurdu adımlarını.

“Dedim, kız geliyor İhsan koş! Bebenin çığlığı evi basmadan ben dört yanı nergis ile donattım. Sahiden de kız oldu ha. Uğurdur dedik kulağına da, Nergis, diye fısıldadık.”

Emre yüzünü sesin geldiği yöne çevirdi. Aynı briyantinli saçlar, aynı boyunlu siyah kazak, aynı gri takım ve aynı hikâye. İhsan abiydi bu! Işığa yakalanmış bir arabanın camına yaslanmış anlatıyordu. Her cümlede nergis demetlerini bir elinden diğerine alıyordu. Emre biraz daha yaklaştı. Demetleri saymaya çalıştı. Beş taneydi.

Emre olanı biteni anlamaya çalışırken İhsan, tiradının sonuna gelmiş, yeni bir kurbandan birkaç demet parası daha koparmış, kırmızı yanmadan kaldırıma atlamıştı bile. Gözleri yanmaya başladı Emre’nin. Arabalar oldukları yerde büyümeye, sesler birbirine karışmaya, yer altından kaymaya başladı sanki. Bir sigara yaktığını gördü İhsan’ın. Aynı neşeli adımlarla uzaklaşıyordu. Gözden kaybolana kadar İhsan’ı izledi. İhsan artık seçilmez olduğunda Emre gövdesinin dizlerine ağır geldiğini hissetmeye başladı. Tekele doğru bir adım daha atmadan sokak lambasının kolonuna dayandı. Kaldı.

Latest posts by Hatice Tosun (see all)
Visited 31 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version