Sabahın şaşmayan rutini ile açılıyor gözlerim. Nereden geldiğini bilmediğim, o tuhaf, davetkar ve seher yeli kıvamındaki ezgi, bir kez daha doluyor kulağımdan ruhuma. Yirmi altı yıllık yaşamımın altı yılında yaptığım gibi koşup açıyorum pencereyi, yakalamak için bu şarkının nereden yükseldiğini. Sokakta sadece sessiz sedasız, birbirinden uzak yürüyen insanlar var. Bir de sokağı bitirmek üzere olan, yaptığı işin son temsilcilerinden olması muhtemel sele-sepet satan amca görünüyor hala. Eskiden çocukluğumu hatırlattığı için sokaktan her geçtiğinde bir sele alırdım ondan. Sonra stüdyo dairemde işler çığırından çıkınca bırakmak zorunda kaldım. Selecinin görüntüsü gibi sesi de iyice uzaklaşırken dağınık düşünceler alemimden çıkıyorum. Pencereyi açma sebebim, uykumu bölen sesin kaynağını ise bir kez daha bulamıyorum. Son kez rüzgârın perdelerini bir içeri bir dışarı soktuğu penceresi açık evleri izledikten sonra yıllardır tanışık olduğum hayal kırıklığıyla camımı kapatıyorum. Rüya olabileceğini bir türlü kabul edemiyorum. Çünkü uykunun imge dünyasına ait olamayacak kadar gerçek bir melodi duyuyorum. Bu öyle tarif edilmez bir an ki mantığım ve içerisinde yaşamak için debelendiğim gerçekliğin dünyası kendime gelmem gerektiğini söylüyor fakat içimde bir yer, tüm hakikat ve mantık kaidelerinin dışında bir şeyler fısıldıyor bana. Günleri içimin labirentlerinde kaybolarak, uçuşarak ve bilmecelerimi çözme arzusu duyarak geçiriyorum. Fakat ne yazık ki ulaşamıyorum bu arzuya, cüret edemiyorum kapandığım odalardan çıkmaya. İlginç ve akıl almaz bir durum farkındayım, belki de açlığın, savaşın bitmediği kirli dünyanın oyunlarından kaçmak için sığınıyorum gerçeklikten uzak bir evrene. Ya da kadın olmamdan dolayı bana dayattıkları her şey beni delirtti, bilmiyorum ama bir sabah gözümü açışımla karar veriyorum peşine düşmeye duyduğum melodinin ve daha birçok bilinmezliğin.
Şiirdeki gibi her şey birdenbire oluyor aslında. Ertesi sabah, ruhumu şahlandıran yepyeni bir şey meydana geliyor. O hep kulağımdan yüreğime dökülen ezgi ile gözlerimi açıyorum yine. Fakat bu kez Men galbe salamon le Beirut nağmesini duyuyorum. İlk kez sözler değiyor içime. Heyecanlanıyorum. Kulağıma fısıldayan ses, hayatımda duyduğum en huzur veren ve tüm yaralı yanlarımı okşayan naif bir ses. Kime ait bilmiyorum, hiç tanıyamayacağımın da farkındayım ama bir davet gibi bu kaynağı meçhul ses yola, sevdaya, Beyrut’a… Önce korkuyorum bu davetten, gizlendiğim kuytudan çıkmaktan. Tuhaf bir duygu içinde sarsılıyorum, yatağımdayım ama başka bir alemde, boşlukta yüzdüğümü hissediyorum. Pencereye yöneliyorum her zamanki gibi fakat bu sefer nerede aramam gerektiğini biliyorum. Yıllardır kulağıma dolan ezgiden, içimi kemiren sırdan ufak bir ipucu yakalıyorum nihayet. 6 yıllık giz sonunda bir armağan sunuyor, ipucunun peşine düşmek ise manası derin bir heyecan oluveriyor bana. Camdan yüzüme vuran rüzgâr, saçlarımı savurunca doğanın davetine ayak uydurup gözlerimi kapıyorum. Bu yoğun duygu hali ile hemen çantama sarılıyorum. Sırt çantasına attığım çorabın tekini aramak için irili ufaklı kuş ve kelebek resimleri çizdiğim minik dolabımın önünde dikilirken, birden kalkıştığım bu vaziyete mantık arıyorum. Sonra vazgeçiyorum açıklama bulmaktan. Varsın mantıklı, hoyrat dünya onların olsun, ben deliliğimle düş dünyamdan yükselen şarkının peşine düşeceğim ve olmadık hislerin ardına takılmak için cüret edeceğim bu sefer kabuğumdan çıkmaya.
Bin bir heyecan vardığım havaalanında cep kitabımı okuyarak uçuş saatimi bekliyorum. Roman, adeta içimi çalkalıyor, o duygudan bu duyguya savuruyor. Sayfalardan biraz uzaklaştığımda ise telefonum çalıyor. Nereye gittiğimi öğrenmeye çalışan anneme, Beyrut’un bahsini edemiyorum, İstanbul’a varayım karar veririm, diyorum. Çünkü gideceğim yeri öğrenirse vereceği tepkiyi biliyorum. Sanki dünyada güvenli bir nokta kalmış gibi, sanki birkaç yıl önce bombalı bir saldırıdan şans eseri kurtulmamışım gibi oranın tehlikesinden bahsedecekti. Annemin ikna olmayan güzel kalbini rahatlatmak için işve yapa yapa telefonu kapatıyorum. Konuşmamızın ardından kitabıma dönüyorum. Birkaç dakika sonra da uçuş için salonda hazır olunması ile ilgili anons yapılıyor, ben de kalkış kapısının olduğu salona giriyorum. İstanbul’a vardıktan iki saat sonra Beyrut uçağı kalkıyor, yüreğim heyecandan normal ritmini yitirmiş gibi atıyor. Uçak indikten sonra ise kalbimin göğüs kafesimi parçalayacağını hissediyorum. Havaalanından taksiye binip şehir merkezine gidiyorum, sıradan bir kent karşılıyor beni ama kalbime takılan ezginin etkisiyle bir hava doluyor ciğerlerime, seviyorum bu havayı ve nedense buraya ilk kez gelen bir turist gibi değil de bu şehirde bir yaşanmışlığa selam eder gibi arşınlıyorum caddeleri. Demek böyleymiş, kişi niyet etmeye görsün, korkusuzca kırıyormuş kabuğunu. Bir kez takıldı mı şarkısının peşine en cüretkâr hallerde çıkıyormuş saklandığı yerden, atılıyormuş bilinmeze.
Güne başladığım andan beri nadir duraklamalar dışında yürüme halinde olduğumu hatırlayınca bir kafe arayışına giriyorum. Sahilin oradaki kafelerden birinin önüne gidiyorum, inat edip tabelanın Arapçasını, yıllar önce daha kabuğuma çekilmemişken Arapça ve Yunanca öğrenmeyi denemiştim, okumaya çalışıyorum. Bunu sesli yapınca ortaya çıkan komik sahneye gülüyorum. Benimle birlikte içeriye girmeye niyetli iki kişi de tebessüm ediyor, kadın doğrusunu okuduktan sonra selamlaşıp ayrı ayrı masalara oturmak üzere kafenin açık alandaki tarafına geçiyoruz. Sürç-ü lisan peşimi bırakmıyor, menüdeki vejetaryen yemeğin adını da bir türlü söyleyemiyorum. Garsonla da bir gülüşme faslımız oluyor ama hala Arapça okuma konusunda ısrar ediyorum. Siparişimi verdikten sonra Akdeniz’e dikiyorum gözlerimi, buraya adım atışımla birlikte değişen ruh halimi düşünüyorum, eksik yanlarımı hatırlıyorum birden. İçime yolculuk yapıyor gibiyim, oturduğum her mekân, arşınladığım her yol belleğimin kuytusundaki güzellikleri anımsamamı sağlıyor sanki. Aitlik denen mevzunun para ödeyip ev almayla ilgili olmadığını bir kez daha kanıtlıyor ruhum bana. Her şey düşüncenin berraklaştığı, yaraların sarıldığı, kırıkların onarıldığı noktayla ilgili, iyice anlıyorum. Şehir gece ile bütünleşince, ben de bütünleşiyorum kendimle. Hiç bilmediğim bir şehrin kıyısına yanaşıp döküyorum eteğimdeki taşları, içime oturmuş kayaları. Başkentin artıkça artan ışıltısına dönüyorum sonra, usulca mırıldanıyorum evrenin yıllarca ruhuma fısıldadıklarını. Kalpten selam sana, ey Beyrut…
Az önce kıyısında durduğum denizin değil, yalnızlığımın ve korkularımın kıyısıydı ve yine öğrendiklerim heybemde birikmişti. Düşüncelerimi tartarken konaklamak için yer ayırdığım otelin odasına geçiyorum. Yerleşip terastaki kafeye çıktıktan sonra Lübnan kahvesi isteyerek şehre dönük masalardan birine oturuyorum. Derinimde ne olduğunu tanımlayacak bir kelamım yok, yaşadığım her şey bir mesaj veriyor sanki bana. Masamın beni saran manzarasına, hafif hafif esen rüzgâr, bir dakika önce çalmaya başlayan Imany şarkısı eşlik ediyor. O ‘slow down’ dedikçe daha çok yumuşuyor içimin sert köşeleri, tüm diken üstünde hallerim, şarkının her mısrasıyla uçuşuyor. Bu ezginin, şu anda, bulunduğum noktada çalmasının da bir sebebi olmalı. Kahvem geliyor, şarkının bir kez daha çalınmasını istiyorum. Bir his doğuyor içime, belki de ben dünyanın müziğiyle şekil alan bir deli kadınım. Kalem ve kâğıda sarılıp daha çok kişiye anlatmalıyım ruhumdaki rüzgârın şarkısını. Benim gibi kabuğuna çekilmiş olanların içindeki ezginin peşinden gitmesi halinde kalbinin bir başka evrene açılacağını söylemeliyim onlara. Ve bilmeliler, bir kere takıldı mı insan düşünün ezgisine, yüreğindeki korkusuzluk iksiri de çıkıyor saklandığı yerden. Hiç tatmadığı bir cesaret öğütler veriyor her adımda. Andan aldığım mesajı dinliyorum ben de. Bir süre bu kentte kalmaya karar veriyorum ama gitmek üzere, şarkısı olan tüm şehirlere…
- Deli Kadının Şarkısı - 3 Mayıs 2020