Yazar: 20:49 Anlatı, Genel

Çölde Bir Gece

Çölde develer ve bedeviler… Her ikisi de çölün dostu ve birbirinin dostu olarak yıllarını vermişler bu birlikteliğe. Vermeye de devam ediyorlar. Ne hayaller kurulur diye düşündüğümüz bu coğrafyada çöldeki bedevi için rehberimiz çok yalın, “Bedevinin hayali olmaz; doğar, evlenir ve ölür.” diyor.  Bedevi köyüne yakın bir turist kampında kaldığımızdan çadırlarımızın etrafında sadece kampta çalışan ailelerinin çocuklarına rastlıyoruz. Çölün kıyısında kumdan arınmış alanda, kara toprakta toz toprak içinde bildik çocuk oyunlarından, ebeleme kovalama ve güreş gibi oyunlarını sürdürüyorlar.  Önümüzdeki tepeler sarı altın sarısı engebeli, ilginç resimler oluşturan kumul tepeleriyle çevrili. Bedeviler, yakın köyde farklı etnik kökenlerden gelseler de kendilerini kan bağıyla kardeş gibi gören göçebe ve yarı göçebe kardeşleriyle birlikte yaşıyorlar. Başlangıçta çobanlık yapmışlar, şimdi hayvancılığın yanı sıra turizmin de canlanmasıyla yaşamlarına renk gelmiş.

Çölde olmazsa olmaz nane çayı ritüelimizi yapmadan önce cellabisi, poşusu ve yer yer çatlamış simsiyah elleriyle servis yapan, kocaman siyah gözlü, pamuk sakallı bir bedevinin sağ elindeki çaydanlığı bardağa bir yarım metre yukardan boşaltırken izliyoruz. Rayihası çaya geçtiğinden bardağa dökme kuralı buymuş. Buradaki yaşamdan mutlular, başkasını düşlemiyorlar. Dedeleri, babaları, kendileri ve çoluk çocukları her zaman burada yaşamaya hazırlanmışlar. Başka bir yerde, hele ki büyük şehirlerde yaşamı akıllarından dahi geçirmiyorlarmış. Söylediklerine göre çölün derinliklerinde turistlerin yolunu izini bilmediği bir sürü bedevi köyü varmış. Çölün çetin şartlarına uyum sağlamışlar ve yaşamlarını sürdürüyorlarmış. Turistik köylerin gelirleri, bu köylere aktığından yaşamları geçmiş dönemlere nispeten daha da bir kolaylaşmış. Hayatında hiç şehir görmeden ölmüş ve hâlâ yaşayan çok bedevi varmış. Bizlerdeki küçük kasaba ve köylerdeki gibi büyükler “Büyük şehre git, iş bul oku kurtar kendini.” demezmiş. Çocuklara Arapça ve Kuran okuma öğretilirmiş.

Çöle bir anda gireceğimizi sanıyorken otobüsle kampa doğru ilerlerken sadece kum fırtınalarının etkisiyle yer yer kumla örtülü tarlaların yanından geçerek çöle ilerliyoruz. Son düzlüğü de geride bıraktığımızda önümüzde âdeta bir denizi andıran sarı sonsuzluk uzanıyor. Hayallerimize kavuşuyoruz. Masallarımız önümüzde canlanıyor. Çölde kısa bir yürüyüşe çıkmayı öneren rehberimizi izliyoruz. Hepimizin hayalinde ipek gibi bir kumu avuçlarımıza alıp sağa sola kar fırtınası gibi savurmak var ancak öyle bir kumla karşılaşmıyoruz. Kum sert, iri taneli ve tepeciklerine çıkarken sorun yaratmıyor. Yine de yürüyüşe başlarken rehberimiz güneş gözlüğü ve poşu kullanmamız konusunda bizleri uyarıyor. Güneşin batmasına birkaç saat olmasına rağmen şiddetinden bir şey kaybetmediği saatlerde, hâlâ yakıcı ışınlarını acımasızca yüzümüze yüzümüze vururken minik kumullara develer gibi tırmanıyoruz. Ertesi gün güneşin doğuşunu develerin sırtında yapacağımızı bildiren rehberimiz, deveye biniş ritüelini bir gün önceden anlatıyor.

Akşam güneşi kocaman tekerleğini ilerdeki tepelerin arasından çekerken, inanılmaz renkleriyle dünyaya elveda derken çölün son ışıklarını yutmasına izin vermeden ufuktaki tüm kum tepelerini kızıla, kahveye, sarıya boyuyor. Günbatımında çölün bir tepesinden ufka bakışımızla âdeta alevler içinde bir çöl görüntüsüyle güneşi sessiz sakin yarına kadar dinlenmeye uğurluyoruz. Güneş batarken büyülü gerçekliğiyle bizi baş başa bırakarak yarın görüşmek üzere deyip sonsuzluklara gömülüyor. Gökyüzünü sarı ve kırmızının aklımıza gelmeyecek tonlarıyla kaplamış ateş ışınları, şömine alazlarını andırıyordu. Gözleri alan yakıcı bir ışık dalgası tüm evreni kaplamıştı. Elimizde hafif soğutulmuş kırmızı şarabımızla yüzümüzü bu manzaraya, alevlere, ateşlere, sarı kırmızı topa çeviriyoruz. Son sıcaklığını bedenimizde hissediyoruz, az sonra birden soğuyacağımızı hatırlatıyor rehberimiz.

Şaşırtıcı biçimde karşı tepede, küçük bir turist grupla tam bir alemle güneş uğurlanıyor, rüzgârın savurduğu dumanlarla et kokuları bize kadar ulaşıyor. Kampa dönerken yarın bineceğimiz, sıra sıra oturmuş, sakin sakin geviş getirerek yediklerini sindirmeye çalışan develerimizin yanından geçiyoruz.

Çölün bana söylediklerinden sizle paylaşsam keyfiniz kaçar mı? Meğer ne büyük dertlerle yüzleşirmiş de haberimiz olmazmış. Bakmayın onun o sessiz rüzgârsız güneşli günlerdeki sakin hâline. Bir patlamaya görsün tabanındaki kallavi kum tabakasını içerisinde ne var ne yoksa sırtına yükler ve çevresinin hoyratça çakal bakışları altında sağa sola çarpar, yerle bir edermiş.

Arkadaşım Fas’a gitmeden önce, “Akşam ay tepende, komşu kumul tepelerinden ışıl ışıl yakamozlar salarken onun fısıltılı konuşmalarını dinle.” dediğinde onun adına düşündüklerimi şimdi buradan söylesem, onunla bir daha görüşmemiz mümkün olmaz sanırım. Ama dedikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkmadı. İçimde kaldı. O ilk gecemizi, ihtiraslı dolunay çekimli gecemizi heyecanla beklediğim kadar varmış meğer. Şimdi diyeceklerimi size anlatamayacak kadar mahrem bir gece geçirdik kendisiyle. Gecenin her anında yeryüzü kumul yüzeyi bir matematikçinin geleceğinde çığır açacak geometrik formüllere götürecek geometrik çizimler oluşturdu. Ruhum kıpır kıpır. Pi’nin ne olduğunu sonuna kadar bilirim ancak bu sonsuz kıvrımlara ne yalan söyleyeyim aklım ermedi.

Rüzgâr da bir hoş bu gece, kendince gizemli çöl masalları mı anlatıyor, Alaaddin’in lambasından dem mi vuruyor ne? Tatlı tatlı kuzeyden eserken çölün kabuğunu ince ince sıyırıyor sanırsınız. Yüzeydeki derin çizgili kıvrımlar aramızdaki sınırların ince çizgileri mi ne dersiniz? Su gibi görünen derin okyanuslar içinde yeşil vahalar, halüsinasyonlar, seraplar zihnimizi sarıyor, hafıza kaybına uğruyor gibiyiz. Gece de bizim derin soluklarımız ve gecenin karanlığını yırtan kuşların minik mırıltıları da var. Nasıl da özledim mahallemin martı ve karga seslerini, o güzelim egemenlik kavgalarını. Sevgi, aşk değil, bir avuç yem ya da bebeklerini kaptırmama kavgalarını.

Sesler büyülüyor. Çoban ateşi alevleri eşliğinde beyaz cellabilerini giymiş Arap müzisyenleri, ellerinde tamtamlar Afrika müziğini zenne danslarıyla beynimize yazmakla meşguller. Kırmızı şarabın damarlarımızdaki efendiliği, beynimizi ele geçirmişliği, aşkın nahoşluğunu sahneye seriyor. Zikir yaparcasına bedenlerimizi sağa sola savuruyor, Fas kreması dumanın da etkisiyle kendimizden geçiyoruz. Duygular kabarık, ah ulan ah âşık olasım var bu gece. Sarı, sapsarı nasıl tanımlayacağımı bilmediğim heyecansız görünümlü bu kitlenin etkisini başımın dönmesiyle hissediyorum.

Çölde ıssızlık, derin bir rüzgâr, kesif bir gece karanlığı üzerine vurmuş dolunayın çelik parlaklığı. Tepeler, çukurlar, tozlu sıcak kumullar ve yükseltiler aynı kadraja bir kez daha sıkıştıramayacağınız inanılmaz zenginlikler… Bu güzel gecede bu kafayla onun çıyanından, yılanından, akrebinden zerre kadar korkarsak anamız avradımız olsun. Başımızı döndürecek denli bilinmez güzelliklerini cömertçe ve sakınmadan sunuyor. Rüzgârının, kum fırtınasının ve kızgın alevlerinin yüzümüze yüzümüze vurmasından onu daha derinden tüm ruhumuzla ve bedenimizle hissetmekten keyif aldık. Günbatımında her turistin şampanya ya da şarapla güne vedasının ardından kısa bir yürüyüşle vardığımız kampımızın ortasındaki kamp ateşinin etrafında oryantal müzik, zenne ve alev gösterileri eşliğinde dumanımızı da çekerek Nirvana’ya erdiğimiz gecenin son durağı, bizi bekleyen yataklarımıza çekiliyoruz.

Şeytan diyor ki “Onun öyle bir aurası var ve öyle istekli çağırıyor ki seni içine.” Akşam yatmadan önce biliyormuş gibi rehberimiz en az üç dört kez tekrarladığı, “Aman dikkat her turumda birkaç kişide yaşadığım çöle dalma isteğini yaşamayın, bir de sizinle uğraşmayayım, akşam akşam.” uyarısını kulağımda duyar gibiyim. Tam da içimden bir sesin beni dibi sarı, sapsarı ve üstü zifiri karanlıkla dolunayın iç gıcıklayıcı aydınlığına davet ettiği, hatta içine çekmeye zorladığı şu anda geliyor kulağıma, “Haydi abbas vakit tamam.” sesleri. Gitmeyi planladığımı kimseye açma cesaretini bulamıyor, korkuyorum. Kendim cesaretliyim. Bir daldım mı bu zifiri karanlıklara, kim tutar beni. Denedim çok da zor değilmiş kumda yürümek, üstelik tepelerde dahi öylesine kolay ki. Bense düzlüklerde yürüyeceğim. Bir daha ömür boyu dokunamayacağım dokularda, hayal dahi edemeyeceğim, göremeyeceğim manzaralarda. Bitki ve hayvanlarla karşılaşma olasılığının heyecanı tüm bedenimi sardıkça kimselerle paylaşmamanın daha hayırlı olacağını düşünüyorum.

Işığım olun, ruhumun kanı, duygularımın derbendi olun sevgili dostlar. Eğer gidersem siz bu yazıyı okuyamayacaksınız. Gitmezsem de orada karşılaşacaklarımdan, eşsiz güzelliklerden bihaber bu dünyadan göçeceksiniz. Hangisi daha muteber, düşünün ve ona göre siz karar verin. Yaşamam ve karanlıklarda kalmam için oyunuzu kullanın. İnanın kararsızım ve tek karar sığınağım, sizlerden gelecek yanıtlar olacak.


Editör: Ekin Köklü

Latest posts by Ümit Ahmet Duman (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version