Gecenin zifiri karanlığında, gözlerini eskimiş ayakkabılarına kilitlemiş, elleri geceden daha koyu yağmurluğunun cebinde, taş döşeli sokaklarda yürüyordu. Başına geçirdiği şapkasına düşen yağmur damlalarının çıkardığı sesle beyni deliniyordu adeta. Zira bu gece yağmur öfkeli… Her adım atışında ayaklarının altında yükselip alçalan taşlar dengesini bozuyordu. İncelmiş ve delinmiş ayakkabısının altından yağmur sularının girdiği yetmezmiş gibi, bir de taşlar battıkça tabanlarındaki nasırlar ince ince sızlıyordu.
Sağlı sollu gecekondularla dolu bu sokakta sokak lambalarının çoğu geceden de kara. Tek tük yanan lambalar geceyi aydınlatmak derdinde de değil zaten. Sokağa can olsun diye yapılan estetikten yoksun beton sütunların, yıllardır bu mahallede kaç yaz ve kaç kış geçirdiğini tahmin etmek zordu. Yazın sivrisineklerin pervane olduğu ışığıyla, kışın yağmurun ve karın seyrini daha bir keyifli kılıyor; gündüz vakti çocukların oyunlarına eşlik ediyordu cansız bedeniyle. Kimisi ince duvarının ardına büzüşmüş bir halde görünmeyeceğini zannederek sinerken, kimisi de atladığı ipi gövdesine geçirip kendine arkadaş edecek kadar ciddiye alıyordu bu beton gövdeli sokak lambalarını.
Yağmur öfkesini kontrol etmişe benziyordu. Zira dokunuşları daha nahif ve ılık… Okşarcasına süzüldü yanaklarından aşağı doğru. Yürüdü ezbere bildiği sokaklardan, etrafına bakma ihtiyacı dahi hissetmeden. Ölü sokaklar buralar. Ne kopan elektrik tellerini tamir etmeye gelir belediye ne de yağmurdan sonra su basan evleri temizlemeye. Doğuştan terkedilmiş kendi haline bırakılmış yetim ruhlu sokaklar. Yürüdü; ıslak çoraplarının içinde buruşmuş parmaklarının pütürlüğünü hissederek. Yürümekten şişmiş ayakları ayakkabıya dahi sığmıyordu. Gece sarıp sarmalarken her yanını, hiç acelesi yokmuş gibi, yağmur yağmıyormuş gibi, gezintiye çıkmış gibi yürüyordu.
Gecekonduların bacasından yükselen dumanların kıvrımlarını izliyordu. Kimisi ağır ağır süzülürken göğe doğru kimisi odun bulamayıp da çer çöp yakmış gibi öfke kusuyordu yazgısına. Bacaların da yazgısı olur mu demeyin. Oluyor. Yağmurun kokusunu bastıran kömür kokusu siniyor üzerine. Yere bitişik, tek katlı, iki odalı evlerin duvarları televizyon sesiyle dövülüyor. Bazısında çarkıfelek dönüyor rengârenk, bazısında Ankara havası eşliğinde alkışlar yükseliyor. Çocukların, geceyi yarıp geçen şen kahkahaları duyuluyor çiçek desenli koyu kırmızı perdelerin ardından. Yola bakan mutfak penceresinden patlamış mısır kokuları yayılıyordu.
Bu uzun sokağın en sonundaki boyasız iki gözlü derme çatma evin ışığını gördüğünde durup bir nefes aldı; sanki devam edebilmek için güce ihtiyacı varmış gibi. Bir ayağı ileri giderken diğeri geriye çekti onu. “Dur!” dedi. Birkaç dakika bir sokak lambası gibi olduğu yerde dikildi. Sanki ikiye bölünmüş gibi, bir yanı başka, öbür yanı başka şeyler söyledi.
Akşam olunca evlerine koşanları düşündü. Belli ki kapılarının ardında bekleyenlerin aydınlığı, onları böylesine telaşlı ve heyecanlı kılıyor; ya ben diyor; nereye ve niye koşayım? İçi dışardan daha karanlık bir cehenneme neden yuvarlanayım. Zifiri karanlığın, ardından itmesiyle hareket etti eve doğru.
Bir omuz geçirsen kırılacak kadar eski olan tahta kapıyı çalmaya cesaret edemeyip buz kesmiş anahtarla paslı kilidi açtı usulca. Gövdesinden önce içeri dalan iri siyah gözleri, ayyaş babasının kan çanağı gözlerine takıldı. “Gel!” dedi içerden adam sarhoş ve karanlık bir sesle. Kapının önünde kalakaldı. Gecenin karanlığına mı yoksa evdeki cehennem yangınına mı atsa kendini bilemedi.
Fakat bu gecenin sonunu çok da iyi biliyordu. Dün geceden farksız… Bir öncekinden de. Bütün geceler gibi.
Saat gece yarısını geçiyordu. Birer birer söndü tüm ışıklar. Yere serilen döşekler uykunun en derinindeki yorgun bedenleri kucakladı. Sobaların çıtırtısı azaldı yavaş yavaş. Bacalar temiz bir nefes aldı; bir çocuk kâbus görmüş gibi çığlık attı gür sesiyle; “Yat zıbar!” deyip silkeledi uykulu bir el çocuğu. Çaresiz karanlığa sarılıp uyumaya çalıştı çocuk. Kapının ardında asılı duran hırkayı canavar zannetti. Yün yorganını kafasına çekip ayaklarının altına sıkıştırdı açamasın diye.
Sokak acıyla karışık ahlarla doldu o gece; önceki geceler gibi. Gidecek yeri olmayan genç celladına giden mahkum gibi gelip teslim oldu kaderine. Cellat baba; mahkum evlattı. Merhamet, çıkarıp başını acımasız babanın yüreğinden “dur!” diyemedi. Ellerini başına sarıp iki büklüm yerde yatarken çocuk, deri kayışın çıkardığı sesler tüm mahalleyi inletti. Durmak bilmiyordu zalim baba; yorulmuyordu. Duvarlar her gece şahit oldukları bu manzara karşısında yıkılıp toz olmak istedi. Bacalardan yükselen dumanlar göğe el açıp “yetsin artık” dedi. Sokak lambaları, çamurlu yollar hıçkırıklara boğuldu. İnsan ise ağır yün yorganını başına çekmiş bilinçli bir sağırlıkla uyuyordu. Gök ağladı; bir kez daha öfkelendi yağmur. Karanlığa boğuldu sonra sokaklar. Ölsem de bitse diyen çocuğun içinde bir alev yükseldi. Çocuk mezarı bellediği odanın ortasından, üzerine yığılan bütün acıları bir toprak gibi savurup kalktı. Sonrası kesif bir alkol kokusuyla bulanmış bir ah! Çocuk rahatladı.
Elindeki bıçağın ucundan damlayan kanı divanın örtüsüne silip kıvrıldı sobanın yanındaki mindere. Aylar sonra vücudundaki kayış izlerinin sızısını bir kenara bırakıp derin derin uyudu.
Kirli kan kokusu burnunda…
- Veda mı, Teselli mi? - 4 Aralık 2020
- Üç Gözlü İnsancıklar - 8 Temmuz 2020
- Bilinçli Bir Sağırlık - 23 Haziran 2020