Dikkat: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.
“Aşk acı çekmektir, lakin aşksızlık da ölmek demektir”
Aristo
2012 yılı yapımı drama filminde, kim olduklarını iyi bildiğimiz evli bir çiftin bu dünyada hayatın anlamını bulmalarına, en çok da birbirlerinin her şeyi olma durumuna tanıklık ediyoruz. Verilen adlar ise eşlere yüklenen kimliklerden oldukça fazlası ve bu, aidiyetler söz konusu olduğunda ihtiyaç duyulan bir şey bile değil. Hiçbir şey ve her şey olma hali! Yönetmenliğini ve senaristliğini Michael Haneke’nin üstlendiği “Aşk”ın başrollerinde Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva ve Isabelle Huppert bulunurken, Film 85. Akademi Ödülleri ve 70. Altın Küre Ödülleri’nde “En İyi Yabancı Film” ödülünü kazandı. Hikâyesi, Michael Haneke’nin yıpratıcı bir hastalık geçiren teyzesiyle (başka bir rivayete göreyse halası) yaşadığı kişisel deneyimlerinden yola çıkarak yazılıyor.
65. Cannes Film Festivali‘nde Altın Palmiye ile ödüllendirilen film, her ikisi de 80’li yaşlarında ve emekli piyano öğretmeni olan Georges ve Anne çiftini anlatıyor. Anne’nin geçirdiği bir hastalık sonrasında felç olması ve bu hastalığın kötüleşmesiyle birlikte çiftin hastalık ile mücadelesi, mücadelelerine eşi ile aralarındaki yüce bağın katkısı ve baba ile kendileri gibi müzikle uğraşan şehir dışında yaşayan kızlarının annesinin hastalığı sırasındaki iletişimleri irdeleniyor.
Filmin henüz ilk sahnelerinde aslında filmin sonunu görüyor ve meraklanıyorken, o anda etkileyici bir sahne ile karşılaşıyoruz. Ardından tekrar başa dönülerek Polisin evin kapısını kırarak açması ve evin kilitli odasındaki sürpriz ile karşılaşması finalinden bu sürece kadar gelen durumun sebeplerine tüm detaylarıyla şahit oluyoruz.
Symbiosis gibi bir karı koca. Birbirine benzemeyen iki organizmanın bir arada yaşamaları hali. Kendilerine evlerinde bir getto oluşturarak dışarıdan özgürlük alanlarına gelebilecek hiçbir müdahaleye izin vermiyorlar. Buna olumlu destekler de dahil. Mesela, Anne’nin hastalığı ilerledikçe kızları Eva’nın yardımcı olma isteği bile reddediliyor. ‘’Küçükken sevişmelerinizi dinlediğimi hatırladım. Benim için iç rahatlatıcı bir şeydi: Hiç birbirinizden ayrılmayacağınızı düşünürdüm.” der Eva babasına bir sahnede ve biz anlarız ki Anne ve Georges her daim mutlu ve ancak ölümün ayırabileceği bir çifttir. Kim bilir, aşıkları ölümün bile ayıramadığının söylendiği bir son bekliyordur belki de bizi!
Yine bir defasında Eva, annesi ağırlaştığı sırada yatağının baş ucunda, anlamsızlığın dipsiz kuyularında asıl kendisinin boğulduğunu bilmeden banka faizleri, ev alıp kiraya verme gibi maddi konulardan bahseder. Sonra salona, babasının yanına dönerek: “Sadece anlamsız sesler çıkarıyor,” diyerek hıçkırarak ağlar. Ölmekte olan annesiyle arasındaki mesafe eve her girip çıktığında daha da büyümeye başlar ve onu artık ne annesi görmek ister ne de babası onun annesiyle baş başa kalmasını; çünkü Anne, kızının kendini o halde –güçsüz,zayıf ve muhtaç- görmesini istemez.
Aşk odaklanmaktır
Gerçek hayatlarımız dahil olmak üzere, Anne ve Georges gibi birbirini yormadan, sevdiğine incelikle yaklaşan, müzik ve kitaplar başta olmak üzere pek çok konuda sohbet edebilen eşler alışık olduğumuz kareler arasında değildir. Oysa filmin karakterlerinin onca söze rağmen her zaman diğerini şaşırtacak kadar çok geçmişten gelen hikayesi var. Ve anlatan hangisiyse, diğeri ona gerçekten kulak veriyor, dinliyor, itiraz ediyor, onaylıyor, sorguluyor ve en çok da soruyor. Hasılı, önemsiyor ve değer veriyor. Çünkü aşk…
Filmin başlangıcında çiftin karşılıklı yemek yedikleri bir sahne vardır. Kutsal bir ayin kadar yavaş akan zamanda, hızına ara verilmeden arka arkaya ağza atılan lokmalar esnasında filmimizin esas adamı yine esas kadının daha önce duymadığı bir enstantaneyi anlatır. Anne ’Ben bunu neden bilmiyorum?’ diye sorunca da Georges ‘’Daha senin bilmediğin ne çok hikâye var bende,‘’ diye cevap verir. İletişim kodlarını konuşma, anlama ve dinleme üzerinden oluşturarak aynı lezzetle uzun yıllardır evli kalabilmiş bir çiftin evlerinde geçirdikleri her anda birbirlerini şaşırtacak konularının bitmeyebileceğini ve her defasında yapılan sohbetlerde anlatıcıdaki heyecanın, dinleyende de misliyle aynı ilgi alaka cinsinden muadilinin olduğunu görebiliyoruz.
“Aşka dair hiçbir anın yoksa eğer, yaşlılığın zor geçecektir.”
Akira Kurosawa
Şu hayatta başımıza ne gelirse gelsin çaresine bakarız sakinliğiyle, kendi alanlarının çok dışına çıkmadan yaşayıp giden bu çiftin dengesi Anne’nin hastalığının ağırlaşması ile bir parça bozulmaya başlıyor. Georges konuşmayı hiçbir zaman bırakmadan ve sevdiği kadının üstüne her zamanki nezaketiyle titreyerek onun gönlünün olmadığı hiçbir şeyi asla yapmıyor. Hastahaneye yatmak istemediğinde kendi elleriyle yapıyor her işini. Gözlerine baktığı her an, acısını da duyuyor artık lal olan diline rağmen. Ve tüm bunları ona yaptıran şey ise merhameti değil, aşkı oluyor. Yalancı yaşamlar mekânında biri, diğerine tutunmuş iki yürek, birbirine kıyı olmuş iki liman ve evin içine arada giren güvercin gibi kanatlanıp gitmeye hazır ‘bir’ olmayı başarmış iki ruh…
Aşk sözlerle değil, eylemle yüce noktasına ulaşıyor
Georges’in bakım sırasında zorlandığı anlardan birinde yardım istediği bakıcının ,Anne’nin saçlarını yolarcasına taradığını görünce ‘’Dilerim, bir gün sana da hastalarına davrandığın gibi davranırlar.’’ cümlesi ise filmin en can alıcı karelerinden biri oluyor. Ölüme bile zarafet ve muhabbetle giderken sevgilisinin yattığı odadan gelen: ‘’Acıyor, acıyor…’’ sesleri. Aşkla geçirilen bir ömrün son demlerine kadar karısından asla vazgeçmeyen adam, acılarını yine Anne’nin ilk defa duyduğu bir hikayesiyle dindiriyor. Bakışlarından anlıyor artık yaşamak istemediğini.
Haneke, acıları ciddiye alan bir yönetmen ve bunu sinemasını izlerken görebiliyorsunuz. Ucu açık bir finali olsa da filmi farklı yerlerde izleyen birbirinden bağımsız seyircilere sorsalar eminim birçoğu aynı sonu yazacaktır. Aşkınkağıda bir kere daha yazılamadığı ‘’Amour ‘’ için birkaç ufak not düşmek gerekirse: filmde çok fazla sembol ve alegorik anlatım var. Karelerde görünen fotoğrafların Haneke’nin anne ve babasına ait olduğu söyleniyor. Haneke, filmlerinde asla senaryonun dışına çıkılmasına izin vermediği için senaryoda noktasına virgülüne ne yazıyorsa birebir çekilmiş. Kelimesi kelimesine sadık kalınmış bir film seyrediyoruz.
Adı ‘’Aşk’’ olan bu filmin Paris’te geçmesine ve Fransızca çekilmesine şaşırmasak da bir defa konsere gitme sahneleri dışında hiç dış mekân çekimi olmadığı için buranın Paris olduğuna dair bir emare göremiyoruz. Bu arada çiftin kıyafetleri, mobilyaları, duvardaki resimleri ve evlerindeki diğer eşyalar Paris’e hiç gitmemiş olanlara bile evin bir Paris evi olduğunu hissettiriyor. Dekor ve tüm ayrıntılara elbette titiz yönetmenimiz hâkim. “…bir sahne iyi işlemediğinde müzikle destekleyerek yapay duygu ya da gerilim yaratmaya çalışırlar.” açıklamasında bulunan Haneke aynı argümanla Schubert’in bir şarkısı dışında filminde müzik kullanmıyor. Emmanuelle Riva, Anne’nin rolü için birçok eski Fransız aktrisle birlikte seçmelere katılmış. Seçmeler sırasında denenen sahne ise kahvaltı sahnesiymiş. Michael Haneke, bu sahnede aktrisler içinde en gerçekçi olanın Riva olduğunu düşünüp filmde onun oynamasına karar verir. ( ki o sahne gerçekten takdiri hak eder)
Yine Emmanuelle Riva’nın rolüne ısınmak için felçli hastaları incelemekten kaçındığı, oyuncuyu role bizzat Haneke’nin hazırladığını da yazmadan geçmeyelim. Yastıkla boğulma sahnesi ise Riva’nın gerçekten kâbusu olduğu için, yönetmenin bu sahneyi oyuncusuna önce kendi üzerinde denetiyor ve daha sonra tatmin olunca çekiyor. Güvercin sahnesi ise izleyiciler arasında çok tartışılmış ve o sahnenin çekimi hiç kolay olmamış. Mükemmeliyetçi olan ve spontane gelişmeleri hiç sevmeyen Haneke’ye karşı yerinde durmayan kuşun olduğu karelerin defalarca tekrarlandığı ve sonunda istenilen sahnenin yakalandığı da filme dair söylenilenlerden.
- Tanık Pencere - 2 Ekim 2022
- Aşk (Amour) Film İncelemesi - 22 Haziran 2021