I

– Senin yüzünden!

     Suna, ağlıyor ve titreyen sesiyle aynı cümleyi tekrarlıyordu.

– Senin yüzünden! Senin yüzünden!

     Hemen yanında, şeffaf camın ardında durmuş, içeriye bakmakta olan Taylan, hiçbir tepki vermiyordu. Hayretle, camın ardındaki odada telaş içinde koşturan insanları seyrediyordu. Suna’nın sesi; uyuyan bir insanın çevresinde yükselen ve ancak rüyasına girebilen bir sesten farksızdı onun için. Başını, iki eliyle tutarak ve zihnini açmak ister gibi okşayarak, arkasına döndü ve koridorda, ağır ağır yürümeye başladı. Bu sırada, Suna’nın sesini yeniden duydu. Rüyaya girmekten çok, insanı sıçrayarak uyandıracak türden sözler ediyordu:

– Onun suçu. O yaptı. Bakın, kaçmaya çalışıyor. Yakalayın onu, lütfen!

     Yavaş yavaş indirdiği elleri hala havada, başını çevirerek geldiği yöne baktı. Suna’yı, tahmin ettiği gibi, bir polis memuruyla yan yana gördü. Bu öfkeye bir anlam veremiyordu. Bir rüyada gibiydi ancak rüyalarda dahi önceden bilinen, hakim olunan kurgular mevcuttu. Bu tamamen gerçek olan düşe ise insanı deliliğe susatan bir bilinmezlik hakimdi.

     Polis memuru tarafından kelepçelendiği sırada şunu gördü: Suna ile birlikte, sedyeyle ilerleyen doktorları ve hemşireleri takip ediyorlardı. Bu takip bittiğinde ve baş başa kaldıklarında, kadın, yüzünü görmemek adına mermer zemini seyrederek yanından geçip, bir köşeye geçmişti.

     Gözaltında geçen günlerin sonuncusunda, bu defa, günlerdir seyrettiği duvarda bir görüntü belirdi. Bir kaza meydanı. Bahar’ın arabasında, şoför koltuğundaydı. Biraz sonra, otomobilden çıkıp yan kapıya doğru koştuğunu gördü. Araya bir karartı girdi. Duvar, bir perde görevi görse de ara ara dikkatini dağıtıyordu. Çok geçmeden, seyir yeniden başladı. Ablası sedye ile taşınıyor olan Suna, kendisine, gereksizliğinin artık yalnızca zarara dönüştüğünü anlatan, çaresiz bir gözle bakıyordu. Bir şekilde yok olması için yalvarır gibiydi. Duvarda beliren son görüntüyse; tutuklulara ait, ayakkabı bağcıklarının dahi alıkonmasının, ne denli akıllıca bir iş olduğunun kanıtıydı. Bu, bir içki masasıydı.

II
     

      Kanepeye oturmuş, kitap okumakta olan Bahar, mutfaktan gelen sesle irkildi. Bir şey kırılmış olacaktı.

– Ne oldu?


– Bardağı düşürdüm.


    Bir süre de kendi kendine söylenen Taylan, yerdeki cam parçalarını toplamaya başladı. Sol elinin işaret parmağına, ufak bir cam parçası battı. Hafifçe kan akıyordu. Rahat edebilmek adına yapması gerekeni yaptı. Nihayet meyve suyunu bardağa doldurabildikten sonra içeriye geçti. Bahar’ın hemen sol tarafında bulunan, sırtı pencereye verimiş kanepeye oturdu. Bir sigara yaktı. Çok geçmeden kanın tadını duydu. Okumaya ara vermiş olan Bahar, şaşkınlık ve öfkeyle ileriye atılıp, ellerini avuçladı. İki işaret parmağı da hafifçe kanıyordu.


– Yine mi?

– Kan durmamış.

– Onu boşver! Böyle bir durumda da mı aynı şey?

– Evet. Öteki türlü, diğer yanım boşlukta kalıyor gibi hissediyorum.


    İkisi de sustu. Bahar, geri çekildi. Az evvelki manzaraya hayret etmesine anlam veremiyordu. Oysa, çoktandır bütün bunlara alışmış olduğunu hissediyordu. Ancak ezberledikçe, ters köşeye yatırıldığı ve doğaçlamaya mecbur bırakıldığı bir oyunun içinde gibiydi. Kendisine yönelik telkinleri ve direktifleri sonuçsuz kalıyor, bütün bunlar, yaşamın içerisinde, henüz ilk andan zihnini terk ediyorlardı. Kitabı artık bir köşeye bırakmıştı. Düşünmekle ve biraz sonra soracağı soruyla ilgileniyordu. Kan tadından bıkmış olan Taylan, yeni bir sigara yaktığında, o da sorusunu sordu.


– Yarın geleceksin değil mi? Suna’nın doğum günü, biliyorsun.

– Hayır. Gelmeyeceğim. Daha önce de söylemiştim bunu. Gizlediğim bir şey değil. Arkadaşlarınızdan nefret ediyorum.

– Bunu zaten biliyorum. Peki ya Suna?

– Onunla ayrıca konuşur, hediyesini de veririm. Beni anlar.
     

     Bahar, öfkelendi ve bir sigara da o yaktı ancak yine de sükunetle konuşmayı başarabildi. 


– Neden bana böyle işkence ediyorsun? Ailen dahi bıraktı seni ya da sen onları, her neyse! Neden insanlara acı çektiriyorsun? Bundan zevk mi alıyorsun?

– Belki de evet.


    Bunu söylerken hafifçe gülümsedi. Bu, kadını daha da çok sinirlendirdi ve artık içinde, sıcaklık halinde saklı olan öfkesini, yüzeye, başta yüzü olmak üzere tüm vücuduna dağıttı. Öfkeyle bağıracak oldu ki, bu sırada Suna, içeriye girdi. Kısa süren bir sessizliğin ardından, konuşmaya ve gülüşmeye başladılar. Gizli bir sözleşme yapmış gibiydiler.

III
     

     Hasta bakıcının çekiştirmesiyle ancak yürüyebiliyordu. Öne eğmiş olduğu başı, zavallılığını temsil eden bir bayrak gibi hafifçe sallanıyordu. Pek görünmeyen suratında ise ancak bir çocuğun yüzünde görüldüğünde alaya alınmayacak türden bir donukluk hali, açıkçası bir aptallık ifadesi vardı. Fakat aptallık, beynin, işlevlerini en düşük seviyede tutması demektir. Bu beyine ise ciddi bir hastalık hakimdi ve işlevlerini yitirmemiş, daha fenası birbirleriyle dövüşmekte olan taraflara pay etmişti. İşte bu donukluk; mücadeleden, daha büyük bir zarar gördüğünü hissedecek noktaya gelişinin göstergesiydi.


    Odaya getirilmiş, doktorla baş başa bırakılmıştı. Yere bakıyor ve bir şey keşfetmek istercesine düşünüyordu. Eliyle doktora yaptığı ‘dur’ işareti ile biraz vakit kazandı. Kadın da sabırla beklemeye başladı. Yalnız, Taylan’ın gözlerinde birikmiş olan ve dökülmemekte ısrar eden yaşlar, tedirgin ediyordu onu. Hasta, nihayet keşfini tamamladı.


– İyileştim. Gerçekten. Her şeyi hatırlıyorum. Benim yüzümden öldü değil mi?


    Ağlamaya başladı. Sorduğu soruyla birlikte, bir kanal açabilmişti suratında.


– Çok içmiştik. Evet, suçluyum ama o kadar da değil. Öyle değil mi? Çıkınca buradan, rahatça yaşayabilirim. Öyle değil mi?

Doktor, mırıldanırcasına küfür etti. Oldukça sakin bir girişti bu:

– Orospu çocuğu!

– Ne?

    Hiddetle yerinden kalktı. Bu defa bağırdı. Kendini kaybetmişti. Öfkesini gizleyemiyordu artık. Oysa, bunun için yanlış tarafta bulunuyordu:


– Orospu çocuğu! Yetti artık! Kaza maza yok! Anlamıyor musun? Kes ağlamayı!


    Yaptığının bir hata olduğunu fark eder etmez, odayı terk etti. Hastayı bekletmenin, onu azarlamaktan daha iyi olacağını düşünüyordu. Uzun, sarı saçlarını, omuzlarına vura vura hastanenin bahçesine çıktı.


    Odaya dönmek üzereyken, koridorda bir diğer doktor ile karşılaştı.


– Hayırdır hocam? Niye bu kadar sinirlisiniz?

– Yine aynı meseleleri kurmuş kafasında. Yine! Bu defa da bir kazadan söz ediyor. İçkiliymiş! O sebep olmuş! O kadar da suçlu değilmiş! Bir türlü kabul edemiyor; kadını, ayan beyan, vahşice öldürdüğünü.


    Kadın, kimden bahsettiğini belirtmeyi unutacak kadar öfkeliydi ancak kimden bahsettiği de gayet açıktı öteki doktor için.


– Benim anlamadığım; neden, ölüm olmayacak şekilde değiştirmiyor gerçeği?

– Bilemiyorum. Belki, vicdanını o denli rahatlatamayacağını bildiği içindir. Belki de o kadar uzun bir ömür sığdırabileceği bir hayal kurmaya vakit bulamıyordur. Biliyor musun? Doktorum, bunu söylemem doğru olmayabilir ancak; onu iyileştirmek içimden gelmiyor. Acımıyorum bile ona.

Latest posts by Varol Mengüverdi (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version