Yazar: 14:47 Öykü

Yadigâr

… Ben bir gün giderim ki neyim kalır 
Eksik bıraktığım her şeyim kalır…

Turgut Uyar

Camcı İbrahim, devasa gövdesinin gölgesi ıslak Arnavut kaldırımda bir heyulâ gibi  silikleşirken elindeki gaz lambasını birden yere bıraktı. Karanlık sokağın başında durup cebinden sigarasını çıkardı, yaktı. Gaz lambasının sadece kendi çevresini aydınlatan solgun  ışığını izledi bir süre. Gün ağarmadan önce ığrıba çıkmalıydı. Soğuktan buz kesmiş ellerini  soluğuyla ısıtmak için ağzına götürdü, ardından gaz lambasına uzandı. Tepelerden çalımlı bir  rüzgâr ıslık çalarak lambanın alevini titretti. “Bu, son ığrıp,” dedi kendi kendine. Yokuştan  aşağı ağır aksak inerken gaz lambasının gıcırdayan vidası sokakta yankılandı. Sıra sıra dizilmiş tek göz odalı küçücük evler, yüzyıllara meydan okuyan mermer heykeller gibi gururlu adeta  sonsuz bir uykunun kucağındaymış gibi sakin ve huzurluydu. Bu ıssız sokakta ne rüzgarın tatlı  uğultusuna eşlik eden ayak sesleri ne de gaz lambasının inleyen nağmeleri, derin ve büyülü  sessizliği bozuyordu. 

Camcı İbrahim, hırıltılı göğsünü tutarak küçük limanda bağlı sandalı göz ucuyla süzdü.  İşte orada, nazlı bir su perisi gibi durgun suyun üzerinde aheste bekliyordu. Birkaç öksürükten  sonra halata uzanıp sakince çekmeye başladı. Kayıntısını, gaz lambasını kendi gibi aksırıp  tıksıran motor kapağına bıraktı. Eski naylon bir kapla dibe dolan suyu toplayıp döktü. Delik  deşik ağlar, beride itilip çekilmekten yorgun düşmüş kürekler bekleşiyordu. Motor halatına  asılıp var gücüyle çekti. Motorun sesiyle uyanan kargalar çınar yaprakları arasında çığırtkanca  bağrıştılar. Birkaç sandalın ağlarını yastık yapan kediler sivri kulaklarını dikip merakla etrafına  bakındı. Dalgaların bembeyaz köpükleri sandalın etrafını sarınca “A be nazlı kızım,” diye iç  geçirdi İbrahim. Peşine takılan martılara oralı bile olmadı. Hava yavaş yavaş yumuşayıp güneş  sıcak yüzünü göstermeye hazırlanırken mor dalgaların üzerinde dans eden köpüklerle el ele  veren sandal Fener Adası’na vardı. Motor sustu. Sessizliğin bir tomurcuk gibi baş verdiği  koyda şimdi bütün bir tabiat sükûnun içinde en ufak bir sese dikkat kesilmiş bekliyordu. İnsan  böyle bir sessizliğin ortasında kendi aciz varlığının tabiatın derinliğine karıştığını daha çok  anlayabilirdi. İbrahim, çoğu zaman bu acımasız yalnızlığın ortasında doğanın ona verdikleri ile  yetinmeyi öğrenmişti. Kepçesine takılan birkaç pavurya, ağlarında yaşamsal bir mücadele  veren balıklar… Kısacası akşam olup da eli boş dönmediğini bildiği bir yuva. Yıllar içinde hep  tevekkülle sandalın küreklerine asılan bu koca eller ve bu devasa gövde tekrarlayan bir ömrün  çilelerini yuvasında unutmuştu.  

Kafasındaki bin bir türlü düşünceyi etrafını saran su, türlü balık, kaya oyuklarında  bekleşen kabuklular, nazlı sandalı, emektar kürekler, yorgunluğu her halinden belli koca fener  sanki seziyor onun sessizliğiyle dertleşiyordu. Nemli gözlerini ufka çevirdi, utancını gizlemek  istedi.  

“Ee naparsın be koca İbram? Camcıların İbram. Bunu da görecekmişin,” dedi  gözlerinden süzülen yaşlara aldırmadan. Ağları tez elden suya bırakmaya başladı. Ucuna  şamandırayı bağlayıp küreklere asıldı. Kuş uçmaz, kervan geçmez, ot bitmez Fener Adası’nı izledi bir süre. Bu çorak haliyle bile bir işe yarayan bu küçücük kara parçasına imrendi. Her şey  bu hayatta bir işe yaramalıydı. Varsa bir hikmeti olmalıydı. Nefes alıp vermekle geçen bir  ömrün acısını duydu içinde. Fener nasıl ki tüm heybetiyle duruyorsa yerinde o da öylece  durmuştu. Kasketini düzeltip motoru çalıştırdı. Yıllarca yuva bildiği yere şimdi gönülsüz, mecburî hislerle yaklaşırken nerede ve nasıl bir hata yaptığını düşünüyordu. Küçük limana  varınca etrafını kolaçan etti. Kimsecikler olmayınca derin bir nefes aldı. Akşama daha çok  vardı. Ağları toplamaya…  

Geldiği yoldan yokuş yukarı tırmanmaya başladı. Akşamsefaları yeni güne küsmüş,  içine kapanmış bir halde bekleşiyordu yol boyu. Beyaz aşı boyalı evlerde kim bilir hangi güzel  rüyalardan uyanıyordu çocuklar. Ah çocuklar… Hep çocuk kalsalar… Bir yas evini andıran  siluete bakıp iç geçirdi. Bir zamanlar neşeli kahkahalarla çınlayan bu sokak şimdi ne de sefil  görünüyordu. Hiç bitmeyecek bir yolu yürüyen bir derviş gibi hissediyordu kendisini. Teneke  kapının mandalını usulca çevirdi. Sobayı yakmak için odun küfesinden çalı çırpı aldı.  Ağlamaktan gözleri şişmiş, uykusuzluktan harap düşmüş karısına göz ucuyla baktı. Çaresizlik  nedir? İşte karşısında yaşayan bir ölüyü andıran bu beyaz yüzün çizgilerinde saklanıyordu.  Çarçabuk sobayı tutuşturdu, odunla alevleri besleyip çaydanlığı üzerine koydu. İki sessiz ruh  dört duvar iki göz oda bu evin yuva olduğu o günleri hafızasında yokluyordu. Oğullarının  doğduğu, yürüdüğü, konuşmayı, okumayı öğrendiği bu ev değil miydi? Ona iyiliği, merhameti,  sevgiyi bu evde öğretmemişler miydi? Öğretebilmişler miydi? Camcı İbrahim karısı Emine’yi  teselli edecek bir şeyler söylemek istiyor, dilinin ucuna gelen sözcükler ağzında eğilip  bükülerek anlamsız homurtulara dönüşüyordu.  

Kendini toplayıp “Yıkılmadık ya Emine,” deyiverdi. Bir hal çaresine bakacağız. Sandalı  satacağım. Yettiği kadar. Yetmediği yerde borçlanırız.  

Uzun düşünceler sonucu varılmış bu fikre kendini nasıl ikna ettiğini anlayamadı.  Kadıncağızın kuruyan göz pınarları yeni bir damar bulmuş nehir gibi çağıldamaya başladı tekrar. Koşup kocasının ayaklarına kapandı. “O benim yine de kuzum. Hapislerde mi çürüsün?”  dedi. Çaresi bulunmuş derdin verdiği iç huzurundan mıdır bilinmez, Emine yemenisinin altında  sakladığı kasveti çıkarıp attı. Sobanın üzerinde fokurdayan çaydanlığı fark edince terekten iki  bardak aldı, doldurdu. Dumanı üzerinde tüten sıcacık çay boğazından aktıkça huzurla demlendi.  İbrahim Emine’nin yüzüne yansıyan huzurdan huzursuz oldu. Her şey bu kadar basit miydi?  İnsan içine çıkacak hal kalmadı diye düşünüyordu lakin aynaya bakacak yüz de bulamıyordu  kendisinde. Karısına başka diyeceği yoktu. Bu devirde elbet gemisini yürüten kaptan oluyordu.  Emine sükûnetiyle hemhal olmuş, İbrahim’in derdinden bihaber çayını yudumluyordu. Saatin  tik takları olmasa boşluğun sesi dolduracaktı kulakları. Kasketini başına taktı, yıpranıp solmuş  mintanın üzerine geçiverdi paltosunu. “Kahveye gidip sorayım bakalım. Alıcı çıkacak mı  sandala?” Bu sözleri öyle gelişigüzel söyleyiverdi ki babasından yadigâr kalan sandalı değil de  sanki birkaç kilo balık satacağını zannederdi insan. Emine utancı, kederi bir tarafa bırakmış “Evladından kıymetli değil ya…” deyiverdi. “Değil elbet…”  

Dış kapının önünde kararsız bir tavırla oyalandı. Çizmelerini giydi. Emine bir şey  diyecek gibi olunca hızla kapıyı açıp kendini sahile akan yola bıraktı. Yol boyunca düşündü.  Kahvenin buğulu camlarıyla göz göze gelince duraksadı. Cebinden bir kalem, defterden  koparılmış ucu yırtık bir kağıt çıkardı. İçerideki kalabalık aynı vücuda bağlı organlar gibi kafalarını aynı yöne çevirince “Selamunaleyküm,” deyip boş bir masaya geçti. Kafalar  uğuldayıp belli belirsiz sözler söylediler. Herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Kahveci elinde  tepsiyle çay dağıtıyordu. Son çayı İbrahim’in önüne bıraktı, bir şey söylemeden ocağın başına  geçti. İbrahim dalgın dalgın çayın buğusunu izliyordu. Aklından binlerce düşünce bir sisin  içinden ona sesleniyordu. Kağıda bir şeyler karaladı. Ocağın yanında ona dikilmiş bir çift göze  bir işaret çaktı. Utana sıkıla kağıdı verdi. Kahveci kağıdı alıp ilan panosuna astı. Daha duracak  hali kalmamıştı. Masaya birkaç bozukluk atıp kendini dışarı attı. Kahvedekiler arkasından  homurdandılar. Kafalar yine aynı hızla aynı hareketleri yaptılar.  

Küçük Limana doğru yollandı. Artık gövdesinin üzerinde koca bir boşlukla ilerliyordu.  Sanki bu koskoca dünyada bir o kalmıştı. Yollar ayaklarının altında biteviye akıyordu. Sandalın  yanına varınca soluklandı, iç geçirdi. En iyisi denize açılmak diye düşündü. Bunca yıl derdini  denize açmıştı hep. Üzülünce, sevinince hep ona koşmuştu. Deniz karnını doyurmuş, evini  geçindirmişti. Şimdi o acı gerçekle yüzleşince anlıyordu aslında denizin onun için gerçek bir  yuva olduğunu. Sandalı sanki onun bu düşüncelerini anlıyor gibi sallandı, dalgalar tatlı tatlı  gövdesini dövüyordu. İbrahim’in ellerine şu sıçradı biraz. Ellerini yüzüne götürüp suyun  kokusunu içine çekti. Birden bir sağanak gibi gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Hem ağlıyor  hem dümene yön veriyordu. Çocukluğu, gençliği, babalığı gözlerinin önünden geçerken hep bir  sandal silueti beliriyordu. Sonra birden babası sonra sandal sonra yine çocukluğu, bir filmin  kayıp parçaları gibi yan yana diziliyor, ona çok uzaklardan sesleniyordu. Bir hayalin içinde  miydi yoksa bir hayal mi görüyordu? Dalgaların içinde şahlanarak ileri daha ileri gitme  arzusuyla doluyor, uzanıp tutuverecekmiş gibi gelen anılara yetişmeye çalışıyordu. İnsan, huzuru da mutluluğu da ancak zamanın küçücük bir parçasına saklandığında keşfediyordu.  Camcı İbrahim mor dalgaların kucağında güneşin turuncu ışıklarına sarılırken göz yaşının tuzu  denizin tuzuna, yüzündeki sonsuz mutluluğun yansıması suyun yansımasına karıştı.

Latest posts by Ebru Özdemir (see all)
Visited 58 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version