… Ben bir gün giderim ki neyim kalır
Turgut Uyar
Eksik bıraktığım her şeyim kalır…
Camcı İbrahim, devasa gövdesinin gölgesi ıslak Arnavut kaldırımda bir heyulâ gibi silikleşirken elindeki gaz lambasını birden yere bıraktı. Karanlık sokağın başında durup cebinden sigarasını çıkardı, yaktı. Gaz lambasının sadece kendi çevresini aydınlatan solgun ışığını izledi bir süre. Gün ağarmadan önce ığrıba çıkmalıydı. Soğuktan buz kesmiş ellerini soluğuyla ısıtmak için ağzına götürdü, ardından gaz lambasına uzandı. Tepelerden çalımlı bir rüzgâr ıslık çalarak lambanın alevini titretti. “Bu, son ığrıp,” dedi kendi kendine. Yokuştan aşağı ağır aksak inerken gaz lambasının gıcırdayan vidası sokakta yankılandı. Sıra sıra dizilmiş tek göz odalı küçücük evler, yüzyıllara meydan okuyan mermer heykeller gibi gururlu adeta sonsuz bir uykunun kucağındaymış gibi sakin ve huzurluydu. Bu ıssız sokakta ne rüzgarın tatlı uğultusuna eşlik eden ayak sesleri ne de gaz lambasının inleyen nağmeleri, derin ve büyülü sessizliği bozuyordu.
Camcı İbrahim, hırıltılı göğsünü tutarak küçük limanda bağlı sandalı göz ucuyla süzdü. İşte orada, nazlı bir su perisi gibi durgun suyun üzerinde aheste bekliyordu. Birkaç öksürükten sonra halata uzanıp sakince çekmeye başladı. Kayıntısını, gaz lambasını kendi gibi aksırıp tıksıran motor kapağına bıraktı. Eski naylon bir kapla dibe dolan suyu toplayıp döktü. Delik deşik ağlar, beride itilip çekilmekten yorgun düşmüş kürekler bekleşiyordu. Motor halatına asılıp var gücüyle çekti. Motorun sesiyle uyanan kargalar çınar yaprakları arasında çığırtkanca bağrıştılar. Birkaç sandalın ağlarını yastık yapan kediler sivri kulaklarını dikip merakla etrafına bakındı. Dalgaların bembeyaz köpükleri sandalın etrafını sarınca “A be nazlı kızım,” diye iç geçirdi İbrahim. Peşine takılan martılara oralı bile olmadı. Hava yavaş yavaş yumuşayıp güneş sıcak yüzünü göstermeye hazırlanırken mor dalgaların üzerinde dans eden köpüklerle el ele veren sandal Fener Adası’na vardı. Motor sustu. Sessizliğin bir tomurcuk gibi baş verdiği koyda şimdi bütün bir tabiat sükûnun içinde en ufak bir sese dikkat kesilmiş bekliyordu. İnsan böyle bir sessizliğin ortasında kendi aciz varlığının tabiatın derinliğine karıştığını daha çok anlayabilirdi. İbrahim, çoğu zaman bu acımasız yalnızlığın ortasında doğanın ona verdikleri ile yetinmeyi öğrenmişti. Kepçesine takılan birkaç pavurya, ağlarında yaşamsal bir mücadele veren balıklar… Kısacası akşam olup da eli boş dönmediğini bildiği bir yuva. Yıllar içinde hep tevekkülle sandalın küreklerine asılan bu koca eller ve bu devasa gövde tekrarlayan bir ömrün çilelerini yuvasında unutmuştu.
Kafasındaki bin bir türlü düşünceyi etrafını saran su, türlü balık, kaya oyuklarında bekleşen kabuklular, nazlı sandalı, emektar kürekler, yorgunluğu her halinden belli koca fener sanki seziyor onun sessizliğiyle dertleşiyordu. Nemli gözlerini ufka çevirdi, utancını gizlemek istedi.
“Ee naparsın be koca İbram? Camcıların İbram. Bunu da görecekmişin,” dedi gözlerinden süzülen yaşlara aldırmadan. Ağları tez elden suya bırakmaya başladı. Ucuna şamandırayı bağlayıp küreklere asıldı. Kuş uçmaz, kervan geçmez, ot bitmez Fener Adası’nı izledi bir süre. Bu çorak haliyle bile bir işe yarayan bu küçücük kara parçasına imrendi. Her şey bu hayatta bir işe yaramalıydı. Varsa bir hikmeti olmalıydı. Nefes alıp vermekle geçen bir ömrün acısını duydu içinde. Fener nasıl ki tüm heybetiyle duruyorsa yerinde o da öylece durmuştu. Kasketini düzeltip motoru çalıştırdı. Yıllarca yuva bildiği yere şimdi gönülsüz, mecburî hislerle yaklaşırken nerede ve nasıl bir hata yaptığını düşünüyordu. Küçük limana varınca etrafını kolaçan etti. Kimsecikler olmayınca derin bir nefes aldı. Akşama daha çok vardı. Ağları toplamaya…
Geldiği yoldan yokuş yukarı tırmanmaya başladı. Akşamsefaları yeni güne küsmüş, içine kapanmış bir halde bekleşiyordu yol boyu. Beyaz aşı boyalı evlerde kim bilir hangi güzel rüyalardan uyanıyordu çocuklar. Ah çocuklar… Hep çocuk kalsalar… Bir yas evini andıran siluete bakıp iç geçirdi. Bir zamanlar neşeli kahkahalarla çınlayan bu sokak şimdi ne de sefil görünüyordu. Hiç bitmeyecek bir yolu yürüyen bir derviş gibi hissediyordu kendisini. Teneke kapının mandalını usulca çevirdi. Sobayı yakmak için odun küfesinden çalı çırpı aldı. Ağlamaktan gözleri şişmiş, uykusuzluktan harap düşmüş karısına göz ucuyla baktı. Çaresizlik nedir? İşte karşısında yaşayan bir ölüyü andıran bu beyaz yüzün çizgilerinde saklanıyordu. Çarçabuk sobayı tutuşturdu, odunla alevleri besleyip çaydanlığı üzerine koydu. İki sessiz ruh dört duvar iki göz oda bu evin yuva olduğu o günleri hafızasında yokluyordu. Oğullarının doğduğu, yürüdüğü, konuşmayı, okumayı öğrendiği bu ev değil miydi? Ona iyiliği, merhameti, sevgiyi bu evde öğretmemişler miydi? Öğretebilmişler miydi? Camcı İbrahim karısı Emine’yi teselli edecek bir şeyler söylemek istiyor, dilinin ucuna gelen sözcükler ağzında eğilip bükülerek anlamsız homurtulara dönüşüyordu.
Kendini toplayıp “Yıkılmadık ya Emine,” deyiverdi. Bir hal çaresine bakacağız. Sandalı satacağım. Yettiği kadar. Yetmediği yerde borçlanırız.
Uzun düşünceler sonucu varılmış bu fikre kendini nasıl ikna ettiğini anlayamadı. Kadıncağızın kuruyan göz pınarları yeni bir damar bulmuş nehir gibi çağıldamaya başladı tekrar. Koşup kocasının ayaklarına kapandı. “O benim yine de kuzum. Hapislerde mi çürüsün?” dedi. Çaresi bulunmuş derdin verdiği iç huzurundan mıdır bilinmez, Emine yemenisinin altında sakladığı kasveti çıkarıp attı. Sobanın üzerinde fokurdayan çaydanlığı fark edince terekten iki bardak aldı, doldurdu. Dumanı üzerinde tüten sıcacık çay boğazından aktıkça huzurla demlendi. İbrahim Emine’nin yüzüne yansıyan huzurdan huzursuz oldu. Her şey bu kadar basit miydi? İnsan içine çıkacak hal kalmadı diye düşünüyordu lakin aynaya bakacak yüz de bulamıyordu kendisinde. Karısına başka diyeceği yoktu. Bu devirde elbet gemisini yürüten kaptan oluyordu. Emine sükûnetiyle hemhal olmuş, İbrahim’in derdinden bihaber çayını yudumluyordu. Saatin tik takları olmasa boşluğun sesi dolduracaktı kulakları. Kasketini başına taktı, yıpranıp solmuş mintanın üzerine geçiverdi paltosunu. “Kahveye gidip sorayım bakalım. Alıcı çıkacak mı sandala?” Bu sözleri öyle gelişigüzel söyleyiverdi ki babasından yadigâr kalan sandalı değil de sanki birkaç kilo balık satacağını zannederdi insan. Emine utancı, kederi bir tarafa bırakmış “Evladından kıymetli değil ya…” deyiverdi. “Değil elbet…”
Dış kapının önünde kararsız bir tavırla oyalandı. Çizmelerini giydi. Emine bir şey diyecek gibi olunca hızla kapıyı açıp kendini sahile akan yola bıraktı. Yol boyunca düşündü. Kahvenin buğulu camlarıyla göz göze gelince duraksadı. Cebinden bir kalem, defterden koparılmış ucu yırtık bir kağıt çıkardı. İçerideki kalabalık aynı vücuda bağlı organlar gibi kafalarını aynı yöne çevirince “Selamunaleyküm,” deyip boş bir masaya geçti. Kafalar uğuldayıp belli belirsiz sözler söylediler. Herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Kahveci elinde tepsiyle çay dağıtıyordu. Son çayı İbrahim’in önüne bıraktı, bir şey söylemeden ocağın başına geçti. İbrahim dalgın dalgın çayın buğusunu izliyordu. Aklından binlerce düşünce bir sisin içinden ona sesleniyordu. Kağıda bir şeyler karaladı. Ocağın yanında ona dikilmiş bir çift göze bir işaret çaktı. Utana sıkıla kağıdı verdi. Kahveci kağıdı alıp ilan panosuna astı. Daha duracak hali kalmamıştı. Masaya birkaç bozukluk atıp kendini dışarı attı. Kahvedekiler arkasından homurdandılar. Kafalar yine aynı hızla aynı hareketleri yaptılar.
Küçük Limana doğru yollandı. Artık gövdesinin üzerinde koca bir boşlukla ilerliyordu. Sanki bu koskoca dünyada bir o kalmıştı. Yollar ayaklarının altında biteviye akıyordu. Sandalın yanına varınca soluklandı, iç geçirdi. En iyisi denize açılmak diye düşündü. Bunca yıl derdini denize açmıştı hep. Üzülünce, sevinince hep ona koşmuştu. Deniz karnını doyurmuş, evini geçindirmişti. Şimdi o acı gerçekle yüzleşince anlıyordu aslında denizin onun için gerçek bir yuva olduğunu. Sandalı sanki onun bu düşüncelerini anlıyor gibi sallandı, dalgalar tatlı tatlı gövdesini dövüyordu. İbrahim’in ellerine şu sıçradı biraz. Ellerini yüzüne götürüp suyun kokusunu içine çekti. Birden bir sağanak gibi gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Hem ağlıyor hem dümene yön veriyordu. Çocukluğu, gençliği, babalığı gözlerinin önünden geçerken hep bir sandal silueti beliriyordu. Sonra birden babası sonra sandal sonra yine çocukluğu, bir filmin kayıp parçaları gibi yan yana diziliyor, ona çok uzaklardan sesleniyordu. Bir hayalin içinde miydi yoksa bir hayal mi görüyordu? Dalgaların içinde şahlanarak ileri daha ileri gitme arzusuyla doluyor, uzanıp tutuverecekmiş gibi gelen anılara yetişmeye çalışıyordu. İnsan, huzuru da mutluluğu da ancak zamanın küçücük bir parçasına saklandığında keşfediyordu. Camcı İbrahim mor dalgaların kucağında güneşin turuncu ışıklarına sarılırken göz yaşının tuzu denizin tuzuna, yüzündeki sonsuz mutluluğun yansıması suyun yansımasına karıştı.
- Gölge Düşü - 11 Mart 2024
- Sandık Lekesi - 12 Haziran 2022
- Ada - 11 Mayıs 2022