Yazar: 19:56 Röportaj

Şeyda Başer Eroğlu ile 5 Soru – 5 Cevap (Ne Dersiniz)

Sizi edebiyata yönlendiren motivasyon ne oldu? İlk metninizi hatırlıyor musunuz?

Ben meslek olarak Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliğini seçtim, yalnız bu beni yönlendiren sebeplerden biri sayılamaz, çünkü edebiyat fakülteleri ne yazık ki yazar yetiştirmiyor. Ayrıca yine edebiyat fakültelerinden yazar da çıkmıyor. İstisnalar muhakkak vardır. Bu durum edebiyat fakültesini tercih eden öğrencilerin gelecek kaygısıyla, yazar olmak gibi bir düşünceyi öncelememesinden kaynaklanıyor. Fakülte eğitimi açısından bakarsak, hocaların böyle bir amacı olmadığı gibi, bu bilinçte hoca bulmak da zor. Yani kısacası ülkemizde yazar olmak isteyenlerin çalacağı bir kapı yok. Onlara kendilerini geliştirmek için ancak dergiler yardımcı olabilir. Dergilerin de bir handikabı var, onlar da kendilerine gönderilen binlerce öykü, şiirin içinden hangisini seçecekler? Bu seçim konusu, çok su götüreceğinden ona değinmeyeceğim.  Yazarın kendini dergilerde gösterememesi gibi bir sıkıntı var ki oradan da bir çıkış yok. Bir de dergilerin bazılarındaki gruplaşmalardan dolayı yazar adayının kendine bir yol çizememesi söz konusu. Batı edebiyatında olduğu gibi bizde zaten usta çırak ilişkisi yok. Şimdilerde yazı atölyeleri, yazarlık okulları yaygınlaştığı için belki bir nebze bir çıkış bulunabilir, tabii bu da yazar adayının karşısında iyi bir yazar bulmasına bağlı. Bu saydıklarım hiçbir zaman yaratıcı yazar yetiştirmeyecek olsa da insanları kitapla buluşturup onlara farklı bakış açılarını gösterebilmesi nedeniyle çok mühim bence. İşte burada sorumuza dönecek olursak beni yazmaya iten hayatımın yanı sıra kitaplar oldu. İnsan olarak yaratılmak çok ağır. Ben insanın bir kapı olmadan da özgür olabileceğini edebiyatla keşfettim. Bana göre çıkış kitaplardı. Meşhur bir söz var, Semih Gümüş çok kullanırdı: “Kitaplar kitaplardan çıkar.” Hatta bence yalnızca insanlar, kitaplar olduğu sürece yazar olabilir.  Beni yazmaya iten temel nedenlerden biri okumak oldu.  Zaten okumadan yazmaya inanmıyorum. Batılı yazarlardan “nasıl yazılır”ı, yerli yazarlardansa “ne yazılır”ı yani, bizi biz yapan düşünce, ruhu öğrenmeye çalışıyorum. İlk metin dersek ilkokulda tuttuğum günlükleri hatırlıyorum, fakat ilk yayımlanan öykümü soruyorsanız Yedi İklim dergisindeki Kamenica Tepesi’dir. Onu biraz çalışarak kitabıma da aldım.

Öykücülüğü seçme sebebiniz nedir? Yazılmamış öykü var mıdır?

Öykü konsantre bir tür. Bence edebiyat dediğimiz şeyin tam karşılığı, çünkü biçimi, olay örgüsünü kendine özgü bir kurguyla vermesi, en az ve doğru kelime kullanma zorunluluğu gibi daha sayabileceğimiz pek çok özelliğinden kendine has bir tür. Ayrıca içinde bulunduğumuz hız çağında kısa zamanda okunması nedeniyle öykünün romana göre daha şanslı olduğunu düşünüyorum. Yine öyküde aslolan kısaltmaktır, ancak bunu atılamayacak bir şey kalıncaya kadar atmak manasında kullanıyorum. Bu dar alanda Eco’nun dediği gibi “yazarın niyeti” doğrultusunda okuru yakalamak, yoğunluğu ve vuruculuğu sağlamak çok zor. Bütün bu sebeplerden dolayı öykü yazmayı seviyorum. Kendisini içerik ve kurgu bakımından bana roman olarak dayatan bir çalışmam olursa roman da yazarım tabii, yalnızca öykü yazacağım demiyorum hiçbir zaman. Yazılmayan bir şey kaldı mı, sanmıyorum. Burada biçim ön plana çıkıyor. Ne yazıldığından çok nasıl yazmak önemli. Öncelikle yazarın bildiğinden yola çıkması gerektiğini düşünüyorum. Benim şimdi Dublin’i anlatmam ne kadar başarılı olabilir?  Anderson’un Amerikan edebiyatının var olabilmesiyle ilgili güzel bir tespiti var. Diyor ki: “Amerikalı bir yazarın yapması gereken ilk iş, Avrupa’ya ve Avrupa yazın geleneklerine sırtını dönüp kendi insanlarını anlatması gerekliliğidir.” Her şey öykünün konusu olabilir. Senin neyi, nasıl anlattığına bağlı. Evet, içerik de kesinlikle çok önemli ama bizi etkileyenin kurgu olduğunu düşünüyorum.

Sizin roman kahramanınız kimdir ve eğer varsa sebebi nedir?

Bunu hiç düşünmemiştim ama ileride okuyacağım kitapları da hesaba katarsam sanırım şimdilik Bardamu. Fransız yazar Louis Ferdinand Celine’nin Gecenin Sonuna Yolculuk romanındaki başkarakteri. Bardamu’nun içinde bulunduğu çağdan, zamanın ruhundan, savaştan, tanık olduğu sömürgecilik anlayışından gelen bir misantropisi var. Bardamu’nun ismi bile Celine’nin özel bir tercihidir ki yazar bunu başka eserlerinde de yapmıştı. Fransızca‘da ‘‘barda’’ (askeri teçhizat) ve ‘‘mu’’ (mouvoir fiili: hareket etmek, kımıldamak) sözcüklerinin birleşmesinden oluşur. Bay Ferdinand, kımıldasker gibi bir şey. Gurbeti, savaşı, kıyımı, yeraltını, yalnızlığı, ölüm korkusunu derinden yaşamış, hayatta gerçek dedikleri her şeyin bir yalandan ibaret olduğunu kavramayı başarmış bir delidâhi. Çok eleştirilen, ırkçılık propagandası yaptığı iddia edilen bir eser fakat bana göre edebî açıdan Bardamu 20. yüzyılın en büyük antikahramanıdır.

Başucu kitaplarınız nelerdir?

Bizden Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Sait Faik, Metin Eloğlu, Feyyaz Kayacan, Bahattin Özkişi, Tomris Uyar, Rasim Özdenören eserleriyle, Batı’dan Georges Perec, Celine, Proust, Poe şimdilik aklıma gelen isimler. Bu arada kurmaca dışında kuram kitaplarına da sık sık bakarım.

Son dönemlerde daha çok kurgu üzerinden ilerleyen bir yazma biçimi var. Mesela Balzac gibi yazan kalmadı, siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz, okuyucu ne istiyor?

Açıkçası ben okurun ne istediğini önemsemiyorum. Benim amacım sanat. Sorunuzun diğer kısmını değerlendirebilirim. Hayatımızda artık her şeyden önce basitlik ve hız var. Hızlı konuşuyor, hızlı hareket ediyor, hızlı düşünüyoruz. İçinde bulunduğumuz çağda her şey bir anda değişirken ve bu kadar değişkenin içerisinde okura değişmeyen bir şeyi okutmak… Muhakkak klasikler okunmalı, demek istediğim bu değil. Söylemek istediğim, Balzac’tan örnek verdiğiniz için ben de onu örnek vermekte sakınca görmüyorum. Balzac, Fransız edebiyatında, 18. ve 19. yüzyıllarda kendi çağının ruhunu yakalamayı başarmıştı. Ayrıca o dönem muteber akım realizm ve natüralizmdi, eserlerinde aynı kahramanlara tekrar tekrar yer verme düşüncesini geliştirdiği, nedenselliği ve arka planıyla karakterler arasındaki ilişkiyi açıklamakta usta olduğu ve daha pek çok sebepten, en önemlisi de yenilikçi olduğu için büyükler arasına adını yazdırdı. O yüzyılda şimdiki gibi televizyondan tutun da sosyal medyaya kadar bilginin akıl almaz bir hızla yayılması ya da neredeyse her şeyin görseline anında ulaşabilmek gibi bir durum yoktu. Bu nedenle Goriot Baba’nın girişindeki sayfalar süren tasvirleri okumak okurun roman atmosferini gözünde canlandırması açısından önemliydi. Şimdi bunu yeni nesle okutmak zor. Ben öğrencilerime okutamıyorum mesela, zorlanıyorum çünkü sıkılıyorlar. Fakat sizin bu soruyla kastınız “Büyük yapıtlar artık yok mu,” ise onu da şöyle değerlendirebilirim. Bence her dönemde bu söylenmiştir: “Bu yüzyılda büyük yapıt çıkmayacak.” Büyük yapıtların çıktığı yüzyıllarda da söylenmiş. Mesela, James Joyce, Ulysses’ı yazdığında bastıracak yayınevi bulamamış, yazarla dalga geçmişler. Bizde büyük yapıt mıdır, değil midir tartışılır ama Tutunamayanlar’ı Oğuz Atay’ın hemen bastıramadığını biliyoruz. Dostoyevski 19. yüzyılın Rusya’sında günde on sekiz saat yazıyordu, şimdi onun pek çok eserine büyük yapıt deniyor. Tanpınar’a kendi döneminde büyük haksızlık yapılmış bence. Eserin neye göre büyük olduğunun belirleyicisi zaman. Muhakkak şu anda yazılanlardan birinin de belki yayınevlerinin belki de okurların gözünden kaçmışlığı vardır. Onun büyük yapıt olup olmadığını dediğim gibi zaman gösterecek. Kanaatimce her yüzyılda büyük yapıtlar yazılıyor. Pek çok eserin büyük yapıt olması gerekirken yayınevlerinin veya okurun duyarsızlığı gibi sebeplerle es geçildiğini düşünüyorum.

Yeni dosya ne zaman gelir?

Elimde hemen hemen hazır olduğunu düşündüğüm bir öykü dosyam, yaklaşık bir senedir odaklandığım ve halihazırda yazmaya devam ettiğim bir de romanım var. İnşallah en kısa zamanda tamamlayabilirim. Önümüzdeki günlerde daha fazla ekonomik sıkıntı yaşanmaz, yayınevleri de kâğıt sorunuyla karşılaşmazsa ben ve benim gibi pek çok yazan da yeni eserlerine kavuşabilir, diye ümit ediyorum.

Visited 49 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version