Yazar: 17:37 Anlatı

Özeleştirimi Veriyorum

Paniktir kaburgalarımdan başlayıp ağzımın içinde biten. Üstelik artık nefes de alamaz hale gelmiş bulunmaktayım. Nasıl başladı bilemiyorum sevgili halkım? Neden başladı ve ne zaman başladı…

İlk hissettiğimde ya da düştüğümde bu yazgının pençesine, adını koyamadım kendimle cebelleştiğim düşün. Dışarısı soğuktu, ayaklarım üşüyordu. Birkaç sınavına girip terk edecektim bol savaşlı gezegenimizi. Bayraklarını ve türkülerini kutsayacaktım bol hüzünlü başkentlerin. İki bira içecektim bulvarın bitmiş kuytularında. Kabadayıların silüetleriyle coşacaktım trafo önlerinde. Beyinlerini dişleyenlerin şiirleriyle taşacaktım geceleri. Kundurasının ucuna çiçek koyan babamı düşünecektim, sırtımda kemerler şakıyacaktı. Annemi düşünecektim; çıldırmış, saçlarını yolmuş, bileklerini keserken düşünecektim. Abim bayılıp düşecekti bir durağın önüne, ağzından köpükler çıkacaktı. Ben o sıra, şakaklarımdaki kan kurusunu arkadaşımdan gizleyecektim. Babamın hayatı boyunca bana aldığı tek oyuncak olan silahımı her gece kitaplarımın arasından çıkarıp intihar edecektim. Kasıklarımdan nefret edecektim. Sigaramı balkonda içecek, papatyalara üfleyecektim. Aynı şarkıyı hep aynı yerde dinleyecektim. Okullar açılacak, öğretmenim ilk dersine bizim sınıfta girecek, tanışmak isteyecek, beni ayağa kaldıracak, ben ölmüş olmasına rağmen “babam marangozdur,” diyecek, yalan söyleyecektim. Titreyecektim düşmemek için. Çocukların gözlerine bakacaktım yalan söylediğimi anladılar mı diye. Kaldırımlara tükürecektim. Öfkemi, çay kaşığıyla yanağını oyan menenjit hastasından çıkaracaktım. Sorunum diz kapaklarım olacaktı. Onları uçurumun ucunda kıracaktım. Yağmur yağdığında kafamı pencereden çıkarıp boğulmayı bekleyecektim. Banyoda nefesimi tutacaktım. Aynadan kendime bakmamak için elimden geleni yapacaktım. Kendi varlığımdan tiksinecektim. Yüklerin en katlanılmazı olacaktım. Fuhuş kartlarını yan yana getirip “erkek” yazacaktım. Bir film izleyecektim, bir paket sigara bitirecektim. İnsanlar “dünya” adlı bir sirkin içerisindeki uyuşturulmuş hayvanlardı, bunu iyi belleyip sabahları öyle çıkacaktım evden. İşçi köylü el ele verip yalnızlığa uzanacaktım. Altı yüz otuz dört gramlık bir şişeyi bir karıncanın omuzlarına verecektim. Tarih derslerine ortasından katılacaktım. İskelenin ucunda, cehennemin haziranında, terin ve göz kızılı kireçlerin arasında duvara astar çeken bir gence; en aşağıdan bağırarak “Sigara içmek öldürür, hemen bırakın,” diyecektim. Yılbaşlarında rakı içmek için kusmayı bekleyecektim. Kuşları ve kedileri yanlış anlayacaktım. Onları da öldüğüm gün, kendimle birlikte götürecektim. Kale’ye çıkan yolların asfaltına benzin dökecektim. Kendimi gözleri çok iyi görmeyen bir üniversite öğrencisinin not defteriyle tutuşturup yakacaktım. Filozoflar için değil, kötü kokular için ölecektim. Hayatımı kötü kokulara adayacaktım. Ne güzel, bir taş parçasıydım şeytana doğru koşan… Ne güzel, bir taş parçasıydım; kim bilir kaç şeytan görmüştüm, kaç şeytan fırlatmıştı beni insan olduklarına inanıp…

Sonra saat gecenin herhangi bir üçüydü. Rüya görmemiştim, başkaydı. Kafama doğru fırlayan bir mermiyi kesmişti gözleri. Mermi parçalanıp battaniyeme düşmüştü. Ben vardım, arkadaşlar vardı, o vardı. O, bütün doğallığıyla, adımın önüne arkadaşı eklemişti. Üzülmemiştim. Üzülmek başka bir konunun ana fikriydi o zamanlar. İrani elleri hayatımın çeperini sarana kadar da üzülmedim. Çünkü ben seni her gördüğümde, fonda kuşlar süzülürdü. Çünkü ben senden çevirdiğimde kafamı kurtlar ulurdu, dört parçaya ayrılırdı dört parçalarım.

Ey suskunluğu çığlığıma sebep olan halkım, gayet ulusal yaklaşıyorum kabaran saçlarına Kıryal’da yetişen gülün.

İmkansızı üreten bir gücün yoğunlaştığı sokaklardan, caddelerden, kentten ve masallardan geçiyorum aylardır. Birazcık toplumcu olayım diye oturduğum bilgisayarın başında, kendimi bir bilekliğe asmak istediğimi yazıyorum. Kafkamdaki yaralara ayak uyduramıyorum.

Ey kuralları savaş alanlarında doğup sevgisizliğe dönüşen kara parçam, bana yasaklanan tek şeyin babamın gözyaşları olduğunu düşünürdüm şimdiye dek, halbuki o da yasak artık bana. Kafkama uyan ne varsa yazıyorum ben çünkü. Çizilen son taşıydım gezegenin. Kimsenin yakasına yapışacak değilim. Neden beni sevsinler ki filozof! O sadece, “Sana da uygunsa yürürüz,” demişti. Olabilir, belki elimi tutmuştu. Tutmak değilse bile dokunmuştu yalnızca. Hatta eli şöyle hafiften çarpmış da olabilir elime. Belki ben ellerine fazla odaklanmış olduğumdan etimle algılamışımdır onu. “Hangi durakta ineceksin orada bekleyeyim seni,” demişti galiba. Bir de “yolunu gözlüyorum” demişti ana dilimle. Zaten birazcık sürse gözlerimin içine bakması, “Beni seviyor mu acaba?” derdim. Zayıfım. Güçsüzüm. Korkağım. Hiçim. Pisliğin önde gidenini geçenim. Beni sevmediğini biliyorum. Ben de kendimi sevmiyorum.

Sanki ulusal bir anlaşması vardı üstünü çizmek bahsinde seni seviyorum’un.

Dedi ki özgür olan biri, “Seni örgütlemektir belki de niyeti…”

Öyle mi gerçekten? Ne değişir ki?

Nihayet tedaviyi reddetmek de bir hastalıktır canımcağız. Öldürmez belki bir kadının serçe parmağına tutunmak, ama yaşatmaz da. Kekeme bir Ankara yoludur yaşamak. Asfaltlarına mutsuzluk dökülüdür. Duvarlarına cinayetler çizilidir. Yüzlerce gri arasında öp-özgürdür yanmış umut kokuları. Buna rağmen direnmek, bir masal kahramanının işidir.

Bilesin.

Kahrolasının sihirli lambasından fırlayıp tüm coğrafyayı saracaktır kavgamız. Yasakları da aşmış olacağız. Serden geçeceğiz, Dicle’nin suyu bizden geçecek. Bense dağların anahtarını aramak için çıkmak üzere olduğum bu yolda sadece seni düşüneceğim güzel Yasak! Senin gülümseyen bir burnun vardı, onu düşüneceğim en çok. Ve zafere ulaşana kadar “seni seviyorum” diyemeyeceğim için bütün romantiklerden ilk defa özür dileyeceğim.

Oysa haklılık payındadır herkes durduğu uçurumun. Ben onu sevecektim, o ise her şeyi yani hiçbir şeyi. Çirkin artık sigarasını bitirdi. Bitirdi filozof! Anla artık ve kabullen. Bitirdi, yok sesindeki olumlu eda. O bayrağı o Kale’ye çekenden farksız artık. Evler gecekonduymuş, binalar harapmış, insanlar açmış… Bitirdi umrunu çirkin, sen bitirdin Filozof! Halbuki battaniyesine sığınan birisi vardı parkın birinde. Tigran’ın şarkısının başından sonrasını bir türlü söylemeyen birisiydi. Onu gördü, gördüğü Nêrgîz oluyordu aniden. Bir daha da silinmedi o görüntü. Silinmedi Filozof! Tabii senin dört tarafın sularla çevrili. Ama ben kurudum Filozof, dört tarafım engizisyon duvarları. Yargılayacaklar beni, yargılayacaklar meylettiğimden yasağa.

Benim özümde bunlar yok, benim özüm hüzünle yoğrulmuş sevgili halkım!

Korkunun eş seslidir bundan böyle sesim: O’nu sevdiğim için bütün arkadaşlarımdan özür dilerim.

Editör: Elif Türkoğlu

Latest posts by Berşan Koca (see all)
Visited 18 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version