Yazar: 12:34 Deneme

Objektifin Baktığı Yönde “Evin Son Fotoğrafı”

Gece Yarısı Kütüphanesi’nde Matt Haig, Nora’nın kendi olası hayatları arasında gezinişini anlatıyor. Halihazırda hayatından memnun olmayan Nora sonlandırmak istediği yaşamının kıyısında kendini o zamana kadar yapmadığı tüm seçimleri yapsaydı nasıl bir yaşamı olurdu, tek tek açıp deneyimlediği bir kütüphanenin içinde buluyor. Sayfaların arasında ilerlerken Nora’nın kendisine daha önce sormadığı ve bizlerin de belki defalarca soru işareti olarak zihnimizde yankılanmasına rağmen durup üzerine ciddi anlamda düşünmediğimiz bir soruyu soruyor: “Hayatlarımızın ne kadar farklı olabileceğini düşündün mü hiç?” Mükemmel bir soru sormuyor belki bize fakat her birimizin varoluşumuza dair merak ettiğimiz pek çok kapının zilini çalıyor. Bu kapılardan belki de en önemlisi, ölüm ve olası hayatlarımızın eşiğinde olanı.

Mesleğim gereği sürekli evini, yurdunu arayan insanlarla çalışıyorum. Bir mülteci kampında değil fakat terapi odasında, içsel yolculuğunda kendilik arayışı ile ve dünyadaki konumlanmaya ilişkin soruların izini sürerek. Nora’nın yaptığı gibi ölümle yüz yüze gelip yaşamının olasılıklarını sorgulayarak. Yaşama anlam katan ve bizi dünyaya bağlayan şey ne zaman, ne şekilde öleceğimize dair öngörümüzün olmamasıdır diyebilirim. Sonluluğa ilişkin bu bilinmezlik yaşamda kalmaya motive eder insanı. Eğer bir kâhin çıkıp iki ay sonra dünyaya veda edeceğimizi söyleseydi o kalan iki ayımızda da artık canlı bir şekilde yaşama imkânını elimizden almış olurdu. Her ne kadar belirsizlikten kaçınan varoluşlar olsak da yaşamda kalmaya devam etmek için o sonsuz seçenekler arasındaki belirsizliğe ihtiyaç duyarız. Canlı hissedebilmemiz için bilinmezlikte kalmayı deneyimlememiz gerekiyor.

Son zamanlarda sosyal medyada birçoğumuzun şahit olduğu bir akımın seyircisi olduk. “Evin Son Fotoğrafı” akımından bahsediyorum. Bu başlık bile arka planında hepimize tanıdık gelen kolektif bir hüzne ve korkuya temas ediyor. Evet bunca yıldır terapi odalarında, arkadaş sohbetlerinde, yaşamın tam içinde evimizi ararken bir gün aslında gerçekten güvenle yaşamımızı sürdürdüğümüz o mekânları terk etmek düşüncesi bile başlı başına sarsıcı. Saldırı altında kalan İran’da yaşayanların evlerini terk etmek zorunda kaldıkları ve giderken arkalarına dönüp son bir bakış olarak evlerinin fotoğraflarını bıraktıkları o “akım” her birimizde zorlayıcı duygulara temas edeceğine inandığım bir yere ışık tutuyor: Aslında dünyanın zemininin nasıl da kaygan olduğunu ve her an ayaklarımızın altından kayabileceğini hatırlıyoruz. Fotoğrafların altına düşülen notlardan biri sanki yaşam serüvenimizi yüzümüze vuruyor: Toplanan iki çanta bir bavulla hayata devam etmek… Taşıyabileceğimiz her şey bununla sınırlı. Geriye kalanlar yıllarca bin bir emekle, zorlanarak, çalışarak kurduğumuz ve bizim için çok anlamlı görünen o hayatlar. 

Ben de birçoğunuz gibi o fotoğraflara uzun uzun baktım. Sadece evini terk etmek zorunda kalan o insanlara üzülerek değil aynı zamanda kendi evimden gitme ihtimallerimle karşılaşarak. Tertemiz bir ev. Özenle seçilmiş güpür perdeler. Her an çay fincanını yerleştireceği sehpa yerli yerinde. Masada sigara paketi, belki kapıdan çıkmadan önce tüm hatıraları içine çekeceği o an için. Çiçekler mutfak penceresinin önüne yerleştirilmiş, ışık alabilsinler diye. Ve solmasınlar diye son bir defa sulanarak. Veda etmek… İnsanın nasıl öleceğini bilerek yaşamaya devam etmesi gibi hayattaki anlamını yitiriyor her şey. Terapi odasında evini aramaktan çok farklı değil belki yeni bir ev arayışına girmek. Farklılığa yol açan şey bunun başka bir gücün eliyle olması. Odada otururken içimize, yaşamımıza baktığımızda hazır hissettikçe anlamlandırdığımız bir deneyim içinde oluruz. Yaşamımızı arzuladığımız şekilde nasıl kurgulayacağımız, nasıl adımlar atacağımız ve zamanlamamız bizim kişisel hazır oluşumuzla ilgilidir. Ve zamanı gelince evimizi, yurdumuzu oluşturur ve güvende hissederiz. Oysa bu göç ediş, bu savruluş beklenmedik ve başka güçler tarafından geldiğinde artık o arayış çok güçlü ve sarsıcı bir hayatta kalma mücadelesidir. Evini terk etmek zorunda kalmak, belki de görüp göreceğimiz en büyük travmadır diyebilirim. Bu yaşantının zorlayıcılığı sadece bir terkten ibaret de değildir. Bundan böyle başka bir eve gittiğinde oranın da senin için her zaman güvenli olmayacağını bilmek, artık vardığın her evden her an fırlatılabileceğin bilgisine haiz olmak bir travma yaratır. Evet, dünyanın bilinmezliklerle dolu olması bizi canlı kılıyor. Evet, olasılıklara bakmamıza fırsat tanıyor. Yeniden kurgulamamıza, seçmemize, yavaş yavaş ilerlememize… Tüm bu belirsizlik içinde devam etmemizi sağlayan o müthiş duygu da umudumuzu yitirmememiz belki de. Neyin umududur bu peki? Kurduklarımızın hep anlamlı kalacağına dair bir umut. Olasılıklara dair bir umut. 

Bir fotoğraf çok şey anlatır bize. Hele ki bize aitse. Sosyal medyada yayımlanan o fotoğraflarla bizler aslında kendi zihnimizdeki evleri kaybedişimizin resmini de gördük. Ve içimizde yitip giden umutlar ötekinin içindekinden farklı değil. Bu duyguyla birlikte dünyanın güvenilir bir yer olduğuna dair kaybettiğimiz o anlamlar da. Hepimiz aynı objektife poz veriyoruz. Gülerek veya ağlayarak, aynı fotoğraf karesinin içinde.

Editör: Melike Kara

Visited 3 times, 3 visit(s) today
Close
Exit mobile version