9 Şubat “Bedenin Tutsaklığı”

Başı ve kalbi her zamankinden fazla ağrıyordu. “Soğuktan tiksindiğim kadar başkaca bir şeyden tiksindiğimi hatırlamıyorum” diye geçirdi içinden. Allah biliyor ya! Hadsiz bir isyan yahut düşüncesiz bir sitem değildi onunkisi. Esasında nefretin ve tiksintinin ne olduğunu dahi bilmiyordu. Arada sırada namaz çıkışlarındaki sohbetlerde cinayetlerden, tecavüzlerden ve katliamlardan bahsedilir, yalnız o zamanlar hissederdi nefret duygusunu. Gaddarlığın karanlık yüzü yüreğine hücum eden zebanilere dönüşür, yüreği buruş buruş olurdu her defasında.

Geniş omuzları, biçimli kolları ve uzun sayılabilecek boyuyla ilk bakışta dikkat çekecek bir görünüşe sahipti. Gür siyah saçlarıyla beyaz ve ince bıyıklarının rengi birbirini tutmazdı. Sayılan ve sevilen bir kimseydi. Şeytanla arasına yıkılmaz duvarlar inşa etmeye çalışan, yüzünde her daim ince bir hüznün izini taşıyan, alnındaki kırışıklıklarda türlü anı ve hayaller biriktiren tecrübeli bir şofördü Yusuf. Yıllardır kamyon şoförlüğü yapıyordu. 

Dinlenmek için bir benzin istasyonunda durmuş ve her zaman yaptığı gibi yine geçmişe dalmıştı. Birkaç ay evvelki o güzel sonbahar günlerini getirdi hatırına. Ne güzel mevsimdi şu sonbahar. Ağaçların her bir yaprağını bir duaya ya da bir hayaline benzetirdi. Sonbaharda bu yapraklar dökülünce sanki hayalleri yere düşermiş gibi gelir, içi burkulur, hüzünlü bir çehreyle izlerdi tüm bunları. Ancak biliyordu ki yeniden bu ağaçlar yapraklarla dolacak ve umutlar yeniden yeşerecekti. “Neden hüzün mevsimi derler sonbahara” diye sordu kendi kendine. Onun için içi boş bırakılmaması gereken bir soruydu bu. Kimsesiz çocukların yalnızlığı vardı sonbaharda. Gerçekleşmeyen hayallerin müzmin sızısı, yüreklere zincirlenen sevdaların sessizliği vardı. 

Bunları düşündüğü sırada eski model bir arabanın benzin istasyonuna doğru yanaştığını gördü. Bu arabayı bugün birkaç defa daha görmüş olduğunu fark etti. Saatini kontrol ettikten sonra acele etmiyor gibi görünen fakat mümkün olduğunca hızlı hareketlerle toparlanarak kamyonuna doğru ilerledi. Kapının önüne gelmişti ki vücudunu soğuk bir ürpertiyle titreten silah, ensesine dayanmıştı bile! Kaskatı kesildi, zaman durmuştu sanki. Hayallerin büyüsü dehşetli gerçeklere dönüşüvermişti. Ancak hayatı boyunca soğukkanlı kalma konusunda hep başarılıydı. Apaçık bir korkusuzluk ve manasız bir dinginlikle kıpırdamadan bekliyordu. İki kişiydiler. Daha evvel gözlerine kestirdikleri bu kamyonun peşine düşmüşlerdi.

-Selim bağla şunun ellerini!                            

-Nasıl bağlayacağım abi? İp arabada kaldı.                    

-Lan ne demek ip arabada kaldı? Çıldırtma adamı! Ulan bu kadar beceriksiz bir herif nasıl benim kardeşim olabiliyor? Yeminle aklım almıyor.

İki kardeşin bu amatörlükleri karşısında “Bir silahım olsa, korkutur başımdan savardım bunları” diye geçirdi içinden Yusuf. Onu bir ilaçla sersemleterek başladılar işe. Kısık ve kederli bir sesle yardım diliyordu. Yardım diliyor ancak kimse duymuyordu. Ellerini, ayaklarını ve gözünü bağlayıp arabalarının bagajına yerleştirdiler. İki büklüm halde bir bilinmeze doğru gitmekteydi Yusuf.

Uyandığında bütün vücudunun ağrıdığını hissediyordu. Kalbinin ve başının ağrısına denk bir ağrıydı bu. Geçenlerde bir kalp krizi geçirmiş ve ailesine bundan hiç söz etmemişti. Tanıdıklarının mümkün olduğunca duymamasını istemişti. 

Gözündeki bağın altından yeri görebiliyordu. Başını yukarı kaldırıp gözlerini aşağı doğru devirerek içinde bulunduğu bu dar ve pis ortama göz gezdirmeye çalıştı. Küçük bir kulübenin içindeydi. Sol köşesinde kırık bir sandalye, karşısında içinden çeşitli sürüngenlerin sesleri gelen küçük bir tanker vardı. Üstü açık olan bu tanker küçük olmasına rağmen kulübenin yarısını kaplıyordu. Arkasında bulunan ve ne olduğunu tam anlayamadığı düzlüğe dayanarak bekledi Yusuf.  Daha evvel benzerine rastlamadığı pis bir koku vardı burada. İç ürpertici bir soğukluk, korkunç bir karanlık hâkimdi. Uçuşan tozlar dahi siyah yahut kahverengi görünüyordu gözlere. İnsanın içine sıkıntı veren bir havası vardı ve oldukça dardı üstelik. Kabir azabını anımsattı ona bu kulübe. Göğsünün yandığını, daraldığını ve kaburgalarının yüreğine battığını hissetti. O bir tutsaktı artık, akıbeti meçhul bir tutsaktı. 

Yarı uyanık yarı uykulu bir halde, elini attığı her ümidinin kaçar vaziyette olduğu bir gün geçirdi bu kulübede. Zorunlu bir inzivaya çekilmiş gibiydi. Münzeviliğin ruhuna aykırıydı bu zorunluluk durumu fakat bulunduğu vaziyeti olabildiğince yumuşatmaya, olabildiğince kabul edilebilir hale getirmeye gayret ediyordu. Arada sırada içeri girip onu kontrol eden Selimi fark ediyor, gayet işlevsiz konuşmalar yapıyor, neden burada olduğuna dair sorularınaysa cevap alamıyordu.

10 Şubat “Ruhun Tutsaklığı”

Selim bu adamı bir yerlerden tanıdığı hissine kapıldı. Karanlıkta yüzünü görememişti, yüzündeki bezden dolayı şu anda da görmesi pek mümkün değildi ancak bir yerlerden tanıdık gelmişti ona. Bunun, suçluluk psikolojisiyle kendi beyninin ona oynadığı bir oyun olduğunu düşündü ve üzerinde fazla durmadı. Parasız pulsuz olmasına karşın umudunu yitirmeyen bir adamdı Selim. Şiir okumayı seven, hayatın hakikatini şiirde arayan kendi halinde biriydi. Kendi iç dünyasında, hayatın bir gün güzelleşeceğine dair rüyalar yatıyordu. İmkânı olduğunda herkese yardıma koşacak ve bu tür işlerinden dolayı af dileyecek, Allahtan bağışlanma dileyecekti. Ancak abisinin baskılarına karşı koyamıyor ve onunla beraber böyle kirli işlere kalkışıyor hatta onun oyuncağı olduğu yetmediği gibi bir de durmadan azar işitiyordu. 

Su ve yiyecek bir şeyler getirmek üzere kulübedeki adamın yanına geldi. Kendi ayak sesleri adeta kafasının içinde gümbürdüyordu. Yusuf kabul etmedi bunları. Kendisini kaçırıp böyle “hayvan bağlasalar durmaz” denilecek bir yere hapseden; elini, ayağını, gözlerini bağlayan bu adamların, verdikleri bir su ve ekmekle kendi vicdanlarını tatmin etmelerine fırsat tanımak istemedi. Ekmeği ve suyu reddetti fakat dünden beri namazlarını kılmadığı için rahatsızdı. “Bari bunun için bir çare bulun, ruhunuzu feraha erdirip vicdanınızı avutacaksanız bu yolla yapın” dedi. “Olmaz mı?”

Selim cevap vermedi. Dünden beri kafasını kurcalayan düşünceler daha da kuvvetlenmişti. Bu adamı tanıdığına dair hisleri iyice sağlamlaşmıştı. Kulübeden Yavuzun yanına gitmek üzere çıktı.

-Abi adam namaz kılmak istiyor.            

-Namaz mı? Başlatmasın namazına! Hem sen torpidodaki sandviçi niye verdin adama? İki şişe su vardı onun da birini vermişsin. Bana bak Selim! Bizim bu herifi öldürmemiz lazım. Gözünü bağlamdan önce senin salaklığın yüzünden gördü bizi. İlla ki görmüştür.                            

-Abi o karanlıkta ne görecek? Hem o ilaç yüzünden buraya nasıl geldiğini falan hatırlamıyor, nerede olduğunu bilmiyor zaten.                      

-Yahu basit bir iş değil bu! Neye kalkıştığımızın farkında değilsin sen. Kamyonu alıp gidebilsek rahattık şimdi ama artık bu herifi öldürmekten başka çıkışımız yok. Hem amma da merhametli oldun bir anda. Sana hayatın boyunca kim acıdı, kim merhamet etti de sen şimdi iyilik timsali bir herif oldun? Yemek falan verme bir daha sakın. Benim canımı sıkma!

Yusuf kulübenin hemen önünde yapılan bu tartışmaya şahit olmuştu. Aklı ve vücudu yerinde değil de yalnız ruhu mevcuttu şimdi. Yaşadıklarının kâbus olması için ettiği dualar çaresiz bir kabullenişe bıraktı kendini. Ölüme bir kelime kadar yakın, yaptığı gelecek planlarınaysa hiç olmadığı kadar uzaktı. Mıh gibi çakılmıştı bu kulübeye. Elinden yine anılarına dönmek dışında bir şey gelmedi. Bir gün arkadaşlarıyla balık tutmaya gitmiş, tuttuğu balıklardan biri kovadan düşmüş, yerde çırpınmaya başlamıştı. O balığa benzetti halini. Elinden bir şey gelmiyor yalnızca çırpınıyordu işte. Ancak ister yerde çırpınsın ister kovanın içinde olsun bütün balıkların gittiği yer aynı oluyordu. Düşüncelerini ölümden uzaklaştıramadı. Ölüm, dudaklarındaki ince bir çizgiydi. Uzun secdelerini, günahlarından ötürü akan gözyaşlarını düşündü. Akan gözyaşları pişmanlığının nişanesiydi onun için. Bedenini gömüp sadece ruhuna teslim etmişti her şeyi.

Yavuz ve Selim içeri girdi. Ayak seslerinden fark ediyordu kaç kişinin içeri girdiğini. Dünden beri ilk defa ikisi birden kulübeye girmişti. Az evvelki hararetli tartışma yerini koyu bir sessizliğe bırakmıştı. Sessizlik yavaş yavaş ortadan kayboldu.

-Ailem merak eder, bari telefonumu verin de gelemeyeceğimi söyleyeyim.            

“Telefonu falan unut!” dedi Yavuz. “Kendini de, bizi de, geldiğinden beri sözünü ettiğin namazı niyazı da unut! Sen bu Selime dua et. Bana kalsa çoktan ölmüştün. Eğer kulübeden çıkmaya yeltenirsen bu kulübenin tahtaları mezar tahtası olur senin için!”

Bitimsiz bir kinle bezenen bu laflar, kulağına kızgın kurşun gibi dökülen bu kelimeler onu ürpertiyor fakat korkutmuyor, korkutamıyordu. Ölümle çoktan barışmıştı Yusuf. Selim bu çaresiz ve hasta adamı öldürmemek hususunda abisi Yavuzu ikna etmişti. Selimi bu konuda ısrarcı yapan şey bu adamı tanıdığına dair hisleriyle de ilgiliydi fakat zaten onun için birinin canına kıymak cesaret edilecek şey değildi, insanlığa da sığmazdı. İki kardeş kamyonun çaresine bakmak gayesiyle kulübeden ayrıldı. Selim tam çıkacağı sırada Yusuf’un ellerindeki bağı gevşetmiş, kendine gelir ve kaçar düşüncesiyle ayrılmıştı kulübeden.

Artık kendisiyle baş başaydı Yusuf. Derinlerinde ölüme dair pek çok hissiyatı birikmişti, barışık olduğu ölüm ona bu kulübede mi gelecekti? Hiçbir şeyi kafasında toparlayamadı. Çoğunluğuna anlam veremediği ve aslını bir türlü kavrayamadığı sanrılar, onu içinden çıkılmaz bir karmaşaya sürüklemişti. Yine böyle bir anda sessizliği paramparça eden ve ona çok tanıdık gelen bir ses duydu. Hiç ayak sesi gelmemesine rağmen hemen yanı başından gelen bu sözleri garipsemedi. “Ölüm, yaşamın bir parçasıdır. Yokluğa ve hiçliğe mahkûm olandan sonsuzluğa doğru yol almaktır. Dünya denen bu esaretten kurtuluştur. Sen kendini burada tutsak olarak mı tanımlıyorsun? Ruhun da senin burada tutsak olduğun gibi bedenine tutsaktır. Ölümdür bu tutsaklığa son verecek olan, ölümdür ruhu özgürlüğüne insanı huzura kavuşturan. Cesetler çürümeye mahkûmdur, ruh ise ebediyete doğru mağrur bir adım atar”

Ses kesildi, görevini yapmak üzere gelen bir nefer misali işini halledip kaybolmuştu sanki. Yusuf bu söylenenlerden sonra seslense de cevap alamadı. Konuşan bir melek miydi, kulübe mi dile gelmişti? Onun kafasının yahut da gönlünün içindeki seslerdi bunlar. İki hafta evvelki kalp krizi, yaşadığı bu tutsaklık, kalbinin müzmin ağrısı… Her şey üst üste gelmişti. Dünyevi olarak arzuladığı pek çok şeyi getirdi aklına; daha iyi bir iş, daha iyi bir ev… Bunlar ona anlamsız geldi. Arzu denilen şey komikti. Belki de hayattaki en komik şeydi. Bitkin, yaşlı ve kırılgan buldu kendini “Bugün olmasa yarın elbet gideceğim” diye düşündü “Hem ölüm asıl başlangıç değil mi?” Sırt üstü yere uzandı, sağa meyilli bir şekilde yatıyordu. Ellerindeki bağı tamamen çözebilirdi ama bağın gevşetildiğinin farkında bile değildi. Onun hareketlerini asıl kısıtlayan şey tüm vücudu kaplayan ve kalbine savaş açan uyuşma hissiydi. Göğüs kafesinin iyice sıkıştığını, nefeslerinin ağırlaştığını hissetti. “Gideceğim galiba” diyordu umarsızca. “Bu adamlar vurmadan kendim gideceğim.” Yatsı vakti geldiğinde kararan gökyüzüyle birlikte halet-i ruhiyyesi de iyice kararmıştı. Nefesler iyice ağırlaşmış, kalp iş görmez hale gelmişti. Sonbaharda dualara ve hayallere benzettiği yapraklar artık onsuz dökülecekti.

Ölüm, yumuşak bir tavırla kucaklamıştı bedenini. 

11 Şubat “Vicdanın Tutsaklığı”  

Selim tek başına kulübeye geldi. Ellerini çözmüş olduğu için o adamın gittiğin düşünüyor, gittiğini umut ediyordu. Kafasındaki türlü düşünceler yüzünden gözüne uyku girmemişti. Şimdi kulübeye girecek, boş olduğunu görecek ve vicdanı bir nebze olsun rahatlayacaktı. Kulübedeki bu boşluk, kafasındaki olumsuzlukları ortadan kaldıracak ve kafasının içi de tıpkı kulübe gibi boşalacaktı. Bu ümitle hızlı adımlar atarak yaklaştı kulübeye. İçeri adımını attığında şahit olduğu manzara hiç de ümit ettiği gibi değildi. Kulübedeki ağır ve pis koku artmış, gitmiş olduğunu düşündüğü adam yerde iki büklüm kalakalmıştı. Eli ayağı birbirine dolanarak ve korkar vaziyette nabzını kontrol etti. Nabzı durmuştu. Bir mahkûm gibi hapsettikleri bu kulübe, onun mezarı olmuştu. Selim başını iki eli arasına alarak dizlerinin üstüne çöktü. Abisini aramak geldi aklına fakat hızlıca vazgeçti bu fikirden. Yavuzu ve kendini bir katilden farksız görüyordu. Biraz toparlandıktan sonra sürekli kafasını kurcalayan bir meseleye odaklandı. Kendisine, sesiyle ve görebildiği kadarıyla yüzüyle tanıdık gelen bu adama dikkatlice bakmak istedi. Yüzünün yarısından fazlasını kaplayan bezi sıyırdı. Hatırlıyordu. Aralıksız kırk saniye baktı bu cansız surata ve hatırlıyordu. Dizlerindeki gücü kaybetti, vücudunu ayakta tutan direnci bir anda tükenmişti sanki. Başından kaynar sular dökülmesine neden olan ve onu ruhen yere seren bu an, bir anının eseriydi.

Yaklaşık beş ay evvel, Cemal Süreya’nın bir şiir kitabını almak amacıyla girdiği kitabevinde rastlamıştı bu adama. Parası çıkışmamış, epey bir miktar eksik kalmıştı. O dönemler arabada yatıp kalkıyor, bazen karnını tam olarak doyuramıyordu. Ancak ruhunun gıdasından vazgeçmek güçtü.  “Nasıl bu kadar pahalı olabilir?” diye geçirmişti aklından. Tam da o sırada bu adam yetişmiş ve onu hiç utandırmadan ödemişti kitabın ücretini. Ardından da “Ben yalnız başıma yemek yemekten hiç hoşlanmıyorum” diyerek Selimi davet etmiş ve ona yemek ısmarlamıştı. 

Şimdi bir mahkûm gibi hapsettikleri, kamyonunu çaldıkları ve ölümüne neden oldukları bu adama bakıp uzun uzun iç çekiyordu. Gözlerinden akan utangaç yaşlar yerde birikiyor ve kendine olan öfkesinin resmini çiziyordu. Daha sonra Yusuf’un cebinden düşmüş olan küçük bir kâğıt dikkatini çekti. Cahit Zarifoğlu’nun bir şiiri yazılıydı kâğıtta, çok da iyi bildiği bir şiirdi üstelik. Rastgele ortasından bir yerden okumaya başladı. “Hayat bir boş rüyaymış/ Geçen ibadetler özürlü/ Eski günahlar dipdiri/ Seçkin bir kimse değilim/ İsmimin baş harflerinde kimliğim/ Bağışlanmamı dilerim” Bu son cümle kafasının içinde yankılanmaya başladı. “Bağışlanmamı dilerim,  bağışlanmamı dilerim…”

Artık bağışlanma dileyecek yüz dahi bulamayacağını düşündü kendisinde. Şiirin etkisiyle iyice karmaşık bir duygu âlemine dalmıştı. Hal-i pürmelaline fazlasıyla uygun bir şiirdi bu. Yusuf’un önce bedenen tutsak olduğu ardından da ruhunun tutsaklığının son bulduğu bu kulübe, onun bitmek tükenmek bilmeyecek vicdan azabının ve acziyet dolu pişmanlığının başlangıç noktası olmuştu. Kötü bir sondu Yusuf’un başına gelen ancak kendisi için her şey yeni başlıyordu.

Hayatının geri kalanında vicdanının derinliklerine tutsak olarak yaşamak korkusunu ruhunun her zerresinde hissediyordu. Kalbini saran pişmanlık ve hüzünle kesik kesik iç çekti. Gözlerinden akan çekingen damlalar kesilip, bu kasvetli iç çekişler bittiğinde “Kurtarabilirdim.” dedi. “Kurtarabilirdim ama yapamadım!” Artık her şey için çok geçti. Boş bir rüya olan hayatı dopdolu bir kâbusa dönmüştü. Hayat bazıları için kötü bir son hazırlarken, bazıları içinse sonu gelmez bir vicdan azabına dönüşmüştü. Kafasında yankılanan çileli ve utangaç sesle cesedin yanına uzandı.

“Bağışlanmamı dilerim…”

Latest posts by Oğuzhan Okuyucu (see all)
Visited 24 times, 1 visit(s) today
Close
Exit mobile version