Bugün başıma fena bir iş geldi. Yalnız, böyle bir tümce kurduğum için özür dilerim. Sizleri yanıltmış gibi olacağım. Ancak dilimizdeki şu fena sözcüğü oldukça ilginç. İnsan, başına geleni başka bir sözcükle açıklamak istemiyor ancak benim gibi, yazan ve sesi duyulmayan biri için sözcükteki belirsizliğin bir anlaşmazlık yaratacağı da açık. İyisi mi ben tüm olup biteni bir düzen içerisinde aktarayım. Sonuç aşamasına geldiğinizde, bu sözcüğün hangi yönüyle kullanıldığını görmenizi umuyorum.
Her şeyden önce günlerim birbirinin aynısı olsa, bu denli bir aynılık olmaz, ille de biri diğerinden sıyrılırdı bir başka yönüyle. Ancak gelin görün ki, sürmekte olduğum yaşamda böylesi bile söz konusu değil. Her gün şu tekstil fabrikasına gitmek, saatleri arabesk müzik ile geçirmek, günün sonunda yorgun argın eve dönmek, bunun için de o tozlu, ürkütücü yoldan yürümek gerekir. Bu gerekliliklerden biri bile ortadan kalkmadığı, üstüne bir de yaşamımıza sülük gibi yapışıp kaldığı için artık alışmış, boyun bükmekteyiz. Uzun çalışma saatlerinin, düşük maaşın üzerinde durmaya bile henüz gelemedi sıra. İşimiz, beden gücümüzü armağan etmek. Patronun kazancı düşünülünce, bizim sunduğumuz emeğin bir armağana dönüşmediğini kim söyleyebilir? Öyle ya, o da bizlere bir yaşam sunuyor. İyi kötü bir yaşam bu. Karımı bir yabancıdan daha az görmek, görüp de doyasıya sevişememek nedir ki? Karnımız doysun yeter.
Böyle düşünürdüm. Belki hâlâ böyle düşünürüm. Yine de içimde bir değişikliğin yaşandığını, dahası bunun henüz bir başlangıç olduğunu duyumsadığımı da gizleyemem. Başıma gelenin ne olduğunu kestirmeye başladınız mı?
Her zamanki yoldan dönmek öyle bunaltıcı gelmişti ki artık! Yolumu değiştirecek olursam, en azından yaşamımda ufak bir değişiklik olacaktı. Bugünün, dünün aynısı olmadığına bir kanıt gösterebilecektim. -Hiç değilse kendime.- Bilmediğim, belki birçok kimsenin sövüp saydığı bir yokuşu çıktım böylece, büyük bir zevkle. Sonra bir ses işittim. Nereden geldiğini bulmak zor değildi ya, iş çıkışıydı, sersemlemiştim. Bir süre oyalandım. Sonra iyice soluma baktığımda gördüm bana seslenen adamı. Bir tekerlekli sandalyede oturuyor ve hem seslenerek hem de elini çırpıp durarak beni yanına çağırıyordu. İhtiyar, saçları aklaşmış ve seyrekleşmiş, kilolu bir adamdı bu. Yanı başında ise genç bir kadın duruyordu. Onun ardında, tekerlekli sandalyesini her an sürmeye hazır, adamın beni unutmasını ve yollarına devam etmelerini bekliyor görünüyordu. Sade olduğu kadar göz alıcı, şık bir giysi vardı üzerinde. Bu tek parça, siyah, desensiz bir giysiydi. Esmer, uzun saçlıydı. Bu adamın kendisinin babası olduğunu düşünüyordum ve daha sonra bu düşüncemde de haklı çıktım. Yalnız, bu insanlara karşı ne gibi bir tavır takınmak gerektiğini kestiremiyordum. Sonunda ihtiyarı dinledim. Yanına gittim. Bana şöyle söylüyordu:
“Gel de bana yardım et! Evime götür beni.”
Hiçbir olağandışı tepki vermemeye çalışarak kadına döndüm. Evin ne tarafta olduğunu sordum. Hemen bu yokuşa kurulmuş sokağın aşağısında olduğunu söyledi. Doğruca davrandım, yorgundum ancak yine de buna aldırmamaya çalıştım. Kadının yüzünü pek göremedim bu sıralarda. Aşağı inip de kapının önüne geldiğimizde net bir biçimde yüz yüze geldik. Biraz olsun üzgün olduğunu görebiliyordum ve az önceki serinkanlılığımın bir işe yaramamasına üzülmüştüm. İçeriye buyur etti. Biraz sonra, bu kadınla hemen hemen aynı yaşlarda bir genç kadın kapıyı açtı. Onlar ihtiyarı yatırdıktan sonra bizler de oturup birer çay içmeye ve ihtiyarın durumu üzerine konuşmaya başladık.
Az önce bana kapıyı açan genç kadın, ihtiyarın durumunu açıklamaya koyuldu. Ötekinin bunun için dayanma gücü bulunmuyor gibiydi. Bu sözünü ettiğim kadın da tıpkı diğeri gibi esmer ancak kıvırcık saçlıydı. Onun da hoş görünümlü bir kırmızı giysisi vardı. En az öteki kadar şık giyinmişti.
“İlhan amca sekiz yıldan beri böyledir. Alzheimer. Unutuyor her şeyi. Yalnız, bir yandan da yürüyemiyor.”
Bunu söyleyen genç kadın, kapının çalınmasıyla birlikte yerinden kalktı. Kapıyı açtıktan sonra uzun bir süre boyunca da geri dönmedi. Biriyle kaygı verici bir konuşma içerisine girmişti. Bir kez çantasını almak için davrandığında yanımdaki kadın ile göz göze geldi ve endişe edilecek bir durum olmadığını belirtmek ister gibi baktı. Birbirlerinin dilinden oldukça iyi anlıyorlardı. Neredeyse kardeş olduklarını düşünecektim. İhtiyarı eve birlikte getirdiğimiz ve yanımda oturan kadının adı Selma, bize kapıyı açan genç kadının adı ise Oya idi. Bu iki kadın, beş yıldır burada birlikte yaşıyorlardı. Her şeyi Selma’dan öğrendim. Önce bir süre havadan sudan konuşmuş, sonra farkında olmadan içinde bulunduğumuz evin öyküsü üzerine konuşmaya dalmıştık.
“Babam hastalandığından beri yanındayım onun. Yine de işimden ötürü onu uzun zaman yalnız bırakmak zorunda kalıyorum. -Sormak istediğimi anlar gibi yanıtladı.- Öğretmenim. Oya ile nasıl tanıştığımıza gelince! Başına neler geldiğini bilemezsiniz. Onu nasıl tanıdığımı, karşısına nasıl çıktığımı bugün bile anlayamıyorum. Bu bana oldukça rastlantısal geliyor ve bu yüzden korkuya kapıldığım bile oluyor. Ya onunla tanışamasaydık? Ne diyorum böyle?”
Sigara paketini aradı. Nasıl olduysa anladım bunu. Hemen davranıp bir tane uzattım. Huzursuz görünüyordu. Bu sözleri etmeye bir kez başlamış olmak canını sıkıyordu. Bu andan sonra artık olup biteni anlatmamak olanaksızdı onun için. Oysa bunları anlatmaktan hoşlanmayacak gibi görünüyordu. Sonunda bütün bu düşüncelerinden sıyrılır gibi kendine geldi. Dalıp gitmiş gözleri bir an içinde yuvalarına yeniden oturdu. Bana döndü.
“Size bunları anlatmakta bir sakınca görmüyorum. İyi bir insana benziyorsunuz. Oya’nın öyküsü benim yüreğimi parçalar hep. Aklıma geldikçe ilk gün duyduğum sıkıntıyı duyarım. Uzun uzadıya anlatamayacağımı sanıyorum çünkü anlatmaya başladığım andan itibaren içim daralmaya başlayacak.
Oya ile beş yıl önce karşılaştık. Bir arkadaşımın evinin yakınlarından geçiyordum. Uğramayacaktım ancak beni görebileceğini, bu yüzden de buradan öylece geçip gitmenin bir dargınlık yaratabileceğini düşündüm. Oya’yı da o evde gördüm. Arkadaşım, onun uzaktan bir akrabası olduğunu söyledi. Ancak henüz reşit olmadan önce dini nikah ile evlendirilmiş. Ne acı, değil mi? Yıllarını zorla evlendirildiği sapkının yanında geçirmek zorunda kalmış. Bana, ‘Nasılsa, kaçmak hiç aklıma gelmedi.’ demişti. Yirmi birine bastığı gün aklına gelebilmiş kaçmak. Kim, niye kaçmak denen düşünceye mecbur kalır ki, henüz yirmi bir yaşında? Onun bambaşka düşler peşinde koşması; örneğin okuyacak kitaplar, izleyecek filmler belirlemesi, herhangi bir sanat dalında üretmek gibi bir ideal peşinde koşması gerekmez miydi? Özür dilerim! İstemesem bile uzadı söyleyeceklerim. Arkadaşımın evinde kalmasının riskli olduğunu öğrenince, yanıma gelmesini istedim ondan. Burada çalışmıyor. Babama bakmak gibi bir görevi de yok. Burada bir aile üyesi olarak bulunuyor. Babama birlikte bakıyoruz. Ben çalışıyorum, o ise üniversitede. İyi bir hemşire olacak. Nereden bildiğimi soracak olursanız, söyleyeyim. Az önce bir hastaya bakması için çağırdılar onu. Özellikle mülteciler çağırıyorlar. Bunun yanında sigortasız, yoksul komşularımız var. Onlar için bir şeyler yapıyor ve böylelikle yaşama tutunuyor. Umarım işini yapmaya başladığını da göreceğim bir gün. Anlayacağınız, burada bir yaşam kurduk biz. Komşularımızın ve hatta yurttaşlarımızın her birinin yoksulluktan kurtulduğunu, dünya nimetlerinden herkesin yararlandığını görebilecek miyiz bilmiyorum ancak hiç yoksa bunun için bir şey yapıyoruz. Ne güzel, değil mi?”
Şaşırmıştım. Bu iki insanın önünde eğilmek, yaptıkları işi böylelikle yüceltmek, göğe çıkartmak isteği doğdu içimde. Sonra gözlerimin içine baktı. Şaşkınlığımı görmüş olmalıydı. Biraz önce söylemekte sakınca gördüğü sözlerin, üzerimde ne büyük bir etki yarattığını görünce içi rahatlamışa benziyordu.
“Sahi, sizin adınız nedir? Ne iş yaparsınız? Eşiniz ne iş yapar?”
İzanına hayran kalmıştım. Doğrudan yanıtlamak düştü bana böylece.
“Adım, Kaya. Şuradaki tekstil fabrikasındayım. Açıkçası sözleriniz bende büyük bir etki uyandırdı çünkü hiçbir zaman yaşantımda bir değişiklik olmayacağına, başıboş yaşamanın en doğrusu olduğuna inanmıştım. Ne aptalım! Ne değişecek, diye düşünürdüm hep. Oysa ille de değişimi görmemiz mi gerekli? İki çocuğum var. Biri kız, biri oğlan. Ben sırtıma vurulan kamçıya katlanırım katlanmasına ama onların da aynı acıyı çekmesini istemem. Ne ilginç değil mi? Böyle konuştukça açılıyor düşüncelerim.
Eşim de çalışır. O başka fabrikada. Bizim müdür herkesin sözünü dinledi, tanıdığı olanı işe aldı da beni nedense kimse saymadı. Eşim bile kızdı bana. Nasıl olup da onu işe aldıramadığımı sordu. Beni yüreksizlikle suçladı. Oysa bu yüreksizlikten değil, inanın değil! Bunu yapamazdım yalnızca. Ancak yüreksizliğimden ileri gelen pek çok sorun da bulunuyor. Örneğin aylığıma ses çıkarmam, ses çıkarmak ne ki, biraz daha yitirsem öz güvenimi, verdiklerinden kısmalarını isteyeceğim. Açıkça, çekinmeden boyun büküyorum bu gerçeklere. Bugüne dek budalalık etmiş, köleliğimden zevk bile almışım.
Eşimin adını söyleyeyim, ister misiniz? Zeliha. Öyle güzeldir, bir görseniz. Nasıl olur da bu yaşama katlanır benimle, bilmem. İkimiz de çalışırız. Çocuklar okulda ne olsa! Okul yok diyelim, Zeliha’nın ailesine yollarız. Onlar da perişan oldu, zavallılar. Yalnız eşim de ben de yaşlanıp duruyoruz. İleride bedenlerimizin diriliği geride kalacak. Ne onun ne de benim arzu edilesi bir yanımız kalmayacak. Böyle çalışmakla, uzun uzun çalışmakla geçiyor günlerimiz. Oysa insan yaşamını sürdürmek için çalışır. Bizim yaptığımız neredeyse çalışmak için yaşamak. Aklım almıyor. Ancak bugün gördüklerimden ötürü çok sevinçliyim. Bütün bunları eşime de anlatacağım. Bakarsınız beni dinler.”
Sözümün ortalarında bir yerde geldi Oya. O da dinlemeye başladı beni. Yalnız, ben konuştukça anlıyordu Selma’nın neler anlattığını. Biraz olsun bunu hoşnutsuzlukla karşılayacağından ürkmüştüm ancak sonuç hiç de öyle olmadı. Konuşma boyunca o da tıpkı Selma gibi gülümseyerek dinledi beni. Buradaki insanların dostluğunu, yitirilmemesi gerekli bir değer olarak görmeye başlamıştım artık. Selma, eşim ile ilgili öğütlerde bulundu. İki insanın, tüm gözler üzerlerinde olduğu anda bile birbirlerini sevebilecekleri bir köşe bulabileceğini söyledi. Bu örneğin, üzerimizdeki baskıya ve çalışma sürelerimize atıfta bulunularak verildiğini anlamıştım. Çalışma süreme itiraz etmek ya da çalışma süremin benden iyice uzaklaştırdığı karımı yeniden sevgiyle kucaklamak… İki zorlu yol vardı önümde ve Selma’nın söylediğine göre, bu iki yolu da aynı özveriyle, bir arada yürümem gerekliydi.
“Yarın akşam sizi ve eşinizi konuk etmek isteriz. Hem aramızda bir dostluk kurulur böylece. Sizin yaşamınızda bir değişiklik olanağı yoksa, o olanak burada çıkar karşınıza, kim bilir! Lütfen, kırmayın bizi!”
Utangaçlığım tuttu, bir söz söyleyemeden, başımı hafifçe eğerek onayladım isteğini. Yarın büyük bir gün olacaktı. Bir alzheimer hastasının içine düştüğü ufak bir yanılgının sonucunda, tümüyle sarsılmış ve bu kentte karşılaşacağımı düşünmediğim üç insanla karşılaşmıştım. Bunların her biri aynı derecede açık yürekli insanlardı. Anlıyordum. Acılar içinde kıvranmaya, yaşamdan büsbütün umudu kesmeye dayalı en yaratıcı düşünceyi ortaya koyan bir akıl, her şeye karşın kavganın devam etmesi ve insanlığa yararlı olunması için çaba gösterilmesi gerektiğine ilişkin en bayağı düşünceyi ortaya koyan bir akıldan asla üstün değildi.
- Bir Olay ve Dört Ağız - 27 Temmuz 2022
- İki Yolcu ve Bir Köylü - 20 Mayıs 2022
- Gün Işığı - 27 Nisan 2022